29 Ağustos 2007 Çarşamba

SANATTA KAVRAM

SANATTA KAVRAM ,

SANATIN KAVRAMSALLAŞMASI

VE BİR BİENAL GİRİŞİMİ

Doç.Dr. Bedri KARAYAĞMURLAR*

Konu üç alt başlık altında değerlendirilecektir. Yirminci Yüzyılda hızlanmaya başlayan değişimin ivmesi giderek artmaktadır. Hızlı değişim yaşama biçimlerini, toplum yapılarını, toplumlararası ilişkileri de değiştirmektedir. Bu oluşumun her alanda yeni yapılanmalara ve yeni görünümlere yol açacağı açıkça ortadadır. Sanal bir dünyada giderek yalnızlaşan insanlar, neyin gerçek neyin yanılsama olduğunu karıştırmaya başladılar. Karışan sadece gerçek ve yanılsaması değil, insanın kendini var edişindeki temel alanlar da karışmaya başladı. Büyük Abi** her şeyi denetlemekte ve hayatımızın anlamı açısından önem verdiğimiz değerleri canı istediği gibi değiştirmekte kararlı. Bütün dünya neredeyse tek tip giyinip, aynı filmlerle ,dizilerle oyalanmakta, aynı müziklerle kendinden geçmektedir. Popüler kültür çılgınlığı bütün alanları sardı. Postmodern bir yaşamdan söz etmemiz gerekir mi bilemem ama şu bir gerçek elimizden kayan değerlerin yerine konulanlar bizi henüz mutlu etmiyor.

Bize sunulanları sunulduğu gibi almak ve kullanmak davranışının yaygınlaşmasına duyulan tepkiyle gerçekleştirilmiş bir etkinlik ve bu etkinlik ekseninde günümüz sanatı tartışılmaya çalışılacaktır.

Sanatta Kavram

Acaba içinde kavram olmayan her hangi bir sanat yapıtı var mıdır? Sanatçı kavramlar olmadan yapıtlarını gerçekleştirebilir mi? Bu sorulara “hayır” demek zorundayız. Çünkü kavramak duyumsamak algılamak kavramlarını da içine alan kaplayıcı bir niteliğe sahipse, her kavrama etkinliğinin içinde duyumsayan ve algılayan birinden söz ediyoruz demektir. Duyumları fizyolojik, duyumsamaları psikolojik özellikleriyle tanımlarsak, biliriz ki algılamak her ikisini de içren psiko-fizyolojik bir etkinliktir. Kavramak, idrak etmek bilincine varmak . Çok boyutlu algılamak ve bu algıları birleştirmek. Tikelleri kapsayan tümelin adı olarak tanımlayabilir miyiz kavramı?. Bu anlamda kavram, bizim şeyler hakkında oluşturduğumuz düşüncenin adı, yani zihinsel bir etkinlik midir sadece? Şöyle de sorabiliriz : Gerçeklikle ilgisi nedir? Örneğin uzay kavramı, bizim içerdiklerini bidiğimiz bir tümel yapının adıdır. Bu anlamda uzayla bizim aracılığımızla kurulmuş bir ilgisi vardır uzay kavramının. Biz olmasaydık uzay bir gerçeklik olarak yine var olacaktı ama uzay kavramı olmayacaktı. Eğer bize bağlı olmadan kavramlar var olmayı başarabilseydi bu durumda bütün tümellerin adı bütün dillerde aynı olurdu. Öyleyse bu aynı zamanda dilsel bir durumdur. Farklı dillerde birbirini karşılayan sözcüklerin varlığı, insanların aynı yaşamsal - zihinsel süreçlerden geçerek dünyayla ve kendileriyle ilişki kurduklarını da gösterir. O zaman nedir bu süreçler? Etkiler- tepkiler- etkinlikler- işlevler- biçimler ve sonuçta kavramlar. Bir varlığın bizdeki etkisi, bizim ona gösterdiğimiz tepki ve bu nedenle gerçekleştirdiğimiz eylemler. Eylemlerin sonucunda gerçekleşmesini beklediklerimiz, yani işlevler. Bu işlevlerle ilgili oluşturduğumuz şeyler yani biçimler ve bütün bunları içeren şey kavram - kavramlar. Bu sıralama biraz Aristotales’in “Erek Tasarımı”na (Maddesel neden - Etkin neden – Biçimsel neden – Ereksel neden) benzediği düşünülebilir. Her oluşun bir nedeni vardır. (aition) Her kavramın da bir oluş nedeni vardır. Olayları ve olguları nedensiz var oluşla açıklamak bütün tartışmaları bitirir. O zaman bu yazıyı yazmak ve burada olmak da bizim bilincimizin dışında gerçekleştiği için anlamsızdır.

Kavramlar insanın üst düzey soyutlama becerisinin sonunda gerçekleşir. Gerçekte sanat bu yapısıyla dünden bugüne soyut ve kavramsal niteliktedir. Çünkü insanın kendisi ve çevresiyle kurduğu ilişkilerin soyutlamasına dayanır. Soyut sanat, sanatın içinde yer alan, imgelerin ilgilerinden koparılmasıyla gerçekleşen anlatımın adıdır. Peki kavramsal sanatı nereye yerleştirmemiz gerekiyor. Soyut sanat tanınır imgeleri iptal ederken kavramsal sanat nelerin iptaliyle varlık kazanmaya çalışıyor. Başka biçimde düşündüğümüzde sanat, yeni durumların biçimlenmesidir. İnsanların geldiği her yeni durum sanatta da yansımasını bulur. Bu belki de krizlerin biçimlenmesidir. Gerçekte yeni durumun eski olanaklarla anlatılamayacak olmasından kaynaklanan bir biçimleniş söz konusudur. Her ilerleme geçmişin reddine dayanan ancak gelişme olarak geçmişe eklemlenen bir süreçler bütünüdür.

Sorun hangi dönemin hangi sanatı yarattığı değil, bugün geldiğimiz noktada neyin sanat başlığı içinde yer almaya hak kazanacağı. İlginç bir görüntüyle karşı karşıyayız. Daha önce yaşanan dönemlerden kalan yapıtların sanat olama olasılığı, içinden çıktığı toplumları temsildeki yetkinliğinin yanı sıra, aynı zamanda o dönemde anlaşılmamasına ve tepki görmesine de borçlu değil mi? Çünkü anlaşılmamak ve tepki bir gelecek habercisidir. Bugün tüketilenin yarınla ilgili bir derdi yoktur. Çünkü sanat yeni yaratılan değerleri biçimlendirirken bu değerleri oluşturan toplumlar, onların ne anlama geldiğini ancak bir sonraki dönemde sindirip kendilerine dönüştürürler.

Postmodern bir oluşumdan söz etmek ve aynı anda her nasılsa Postmodern ifadeyi bir buluş ve yenilik olarak alkışlamak daha önce yaşanmayan bir oluşumu da gösteriyor. Ya postmodernite bir varsayım ya da yalnızca bir savdır ve modern her şeyiyle sürmektedir ve bu nedenle postmodern olarak algılanan bütün anlatılar modern içinde ve anlaşılır düzeyde varlıklarını sürdürmektedir. Sadece anlaşılmayan bir şey var. Biraz snop biraz dandy bir tavırla önümüze konulan her nesneye sanat dedirtilmeye çalışılması acaba neyle ilgili bir durum? Bunu sanat içinde mi değerlendirmeliyiz; yoksa birilerinin kafamızı fena halde karıştırmasını başka nedenleriyle açıklayıp, sanat dışı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu mu ileri sürmeliyiz? Yoksa seçkinler sınıfı beceriksiz ve yeteneksiz çocuklarına can sıkıntısına iyi gelecek bir alanda (Sanat nasılsa harcıalem. Bilimle felsefeyle uğraşamazlar ya. Canı sıkılan bir yolunu bulup sanatçı oluyor.) onlara yer açmaya mı çalışılıyor. Felsefenin fe’siyle ilgilenmemiş insanlar nasıl oluyor da postmodern bir dünyada kavramsal işler yapar duruma geliyorlar.

Bu soruları sormamızdaki temel amaç sanatın gerçekten kavramsal bir yapıya dönüşüp dönüşmediğini anlamaya çalışmak. Kavramları kullanmayan bir alandan söz etmek olanaksız. Ancak bu kavramları tartışmak öncelikle felsefenin işi. Nasıl felsefe tikellerle uğraşmaya başladığında kendi alanının dışına çıkıyorsa, diğer alanlar da tümelleri çalışma alanı olarak belirlediğinde sığlaşmaktan kurtulamaz. Oruç Oruoba. “Felsefesiz şiir olmaz ama şiirle de felsefe yapılmaz “ diyor. Şiirde olmayan görsel sanatlarda nasıl gerçekleşiyor acaba?

Kavramsal Sanat Üzerine Düşünceler

Sanatın bugün geldiği yer, sanatçılar olarak bizim de üzerinde önemle durmamız gereken ilginç bir görüntü ve bir işleyiş sergiliyor. Duchamp’tan bugüne biçimlendirme ile ilgili bütün sınırların yıkıldığı apaçık ortada. Görünenin gösterilmesine, diğer bir deyişle temsiline dayalı anlatımlar çoktan tarihe karıştı. Bizde durum farklıymış gibi algılansa da, bu saptamanın gerçekliğine gölge düşürecek nitelikte değil. Öyleyse yeni sanatsal çalışmalara ve onların sunuluşlarına kafa yormak zorundayız. Bu bizim çalışmalarımıza, etkinliklerimize ve uyguladığımız eğitime de yansıyacak. Biz dışarıda kalmaya çalışsak bile başarma şansımız yok. Ancak bu hızla gelişen yeni yapının neresinde durmamız gerekiyor. Anlamak zorundayız.

Daha önce sanatın yeni yapılanmasıyla ilgili Benjamin’de, Derida’da, Baudriard’da, Lyotard’da okuduklarımız, onların öncesindeki düşünürlerden öğrendiklerimiz bizi çok etkiledi. Simulasyon ve Simulark kavramları ya da sanat yapıtının çoğaltılabilirliği konusu ve tabi ki Postmodernizm’le ilgili saptamalar bizi kendimizle hesaplaşmaya yöneltti. Daha modern olamadan Postmodern yapıtlar üretilebilir mi? Sanayi toplumu olmadan bilişim teknolojisiyle tanıştık, ama bu konudaki dönüşümü kaçırdık; şimdi biyoteknolojilerden söz ediliyor ve galiba bunu da kaçıracağız. Biz gelişmelere gerekli tepkiyi vermesek de uluslararası gelişmeler bütün hızıyla sürüyor ve biz kaçırmaya devam ediyoruz. Karmaşık gelişme ve yapılanmaları yalnızca onaylayarak ya da kullanmaya çalışarak gerekli dönüşümleri gerçekleştirme şansımızın olamayacağı çok açık.

Uluslararası sermayenin devletler üstü konumda her şeyin belirleyicisi olmasıyla yaşananlar bizi ilginç bir paradoksa sürüklüyor. Ulus devletler tartışmaya açılıyor. Bir yandan güçlü devletler birliği kurulmaya, ancak bu kuruluşa katılan devletler kendi ulusal değerlerini olabildiğince savunmaya çalışırken; üçüncü dünya ülkelerine bölünmeleri için öneriler yapılıyor. Örneğin Kıbrıs için iki devletlilik sorun olarak gözükürken, Orta Doğu küçük devletlere bölünmeye çalışılıyor. Sosyal devlet ortadan kaldırılarak devlet vatandaş bağı zayıflatılıyor. İnsanların olanaklarını tartışmak yerine kağıt üzerinde özgürlükler genişletiliyor. Bir yanı yanan yıkılan bir yanı açlıktan kırılan dünyada, gelecek kaygısı ortadan kalkmış insanlar başka bir dünyadan gelmiş gibi yalnızca kendileriyle sınırlı cinsel özgürlüklerini abartılı biçimde dışlaştırıyorlar. Bütün bunlara kendi adıma karşı değilim ancak özgürlüğün nesnel zemini yok edilerek temel sorunların tartışma dışına itildiğini izliyoruz. Bütün iletişim araçları ile yönlendirilen insanlar artık günlük sorunlardan uzaklaşarak sanal bir gerçekliğe itiliyorlar. Ama biz aynı dünyada yaşıyoruz. İşsizlik, mültecilik, etnik çatışmalar, inanç kışkırtıcılığı, enerji savaşları, açlık da bu dünyada değil mi? Bütün bunlar da görüntüde özgürlük ve demokrasi adına yaşanıyor. Sanatçı çağının sorunlarına duyarlıdır. Sanatın yeni yapılanmasında izlediklerimizin içinde “Guernica” da yok mu? Şimdi sanatçı kendisinden vazgeçip filozof olmaya mı başladı? Bu biraz da sorunları görmezden gelmeye çalışmanın meşrulaştırılması değil mi acaba. Belki de Kavramsal Sanat sadece bir dil oyunudur.

Dünyanın hangi eksene oturacağı daha çok tartışılacak.

Bu açıdan bakılınca yalnızca bir durum saptaması yapmak ve olana katılmak yerine düşünmek zorundayız.

Yeni güç odaklarının oluşmasının arifesinde, sermayenin bütün alanları yönlendirme çabası her alanı olduğu gibi bilimi de, sanatı da etkiliyor. Örneğin bilimsel bilginin yapısı tartışılıyor. Bilimsel bilginin bir tür tabuya dönüştüğünden söz ediliyor.(Jean-François Lyotard- Zygmut Bauman- Paul Feyerabend) Oysa burada bilim adına oluşturulan, bilimsel dendiğinde bütün akan suları durduran söylemi yaratanlar, öte yandan bilim dışı bütün tavırlara destek vererek dünya dışı bir bakış için de yeşil ışık yakıyorlar. Geniş kitleleri öyle ya da böyle denetlemenin söylemleri geliştiriliyor. Bilimin yol göstericiliğinde ve onun bulgularının benimsenmesiyle oluşacak bir dünyada sanatın tinin doyurulmasının temel aracı olması ütopya gibi görünüyor. Çünkü çıkarlar söz konusu oldukça, bilim bir düşünme biçimi değil, nesnelliği ele geçirme ve yeni teknolojiler yaratma aracı olarak görülecek. Bilimin yol göstericiğinin iptali ile boşalan yere ne felsefenin ne de sanatın geçmesine de izin verilmeyecek. Felsefe onların haklılığının savunusuna dönüşecek; sanat da herkesin sanat yapma hakkı ve bireyin özgürlüğü adına kendi değerlerini yiyip bitirerek gariplikler karnavalına dönüşecek belki de.

Anlamdan uzaklaşarak derin bir anlamlılık görüntüsüne bürünen sanat, sanatçının sözde özgürlüğü üzerinden atlayarak, izleyicinin bu ilginç şeyler karşısında şaşırmasını ve saatlerce anlam bulmak için bakmasını önceliyor. İlginçlik yeni estetiğin de temel kavramı olacak belki de. Yeni sanat yapıtının karşısında sıkıntıya düşen herkese, ne anlatılmak istendiği, işin yanında sunulan reçetelerle açıklanıyor. Burada kavramı tartışan, yan tarafa asılan metin mi, işin kendisi mi? Yazıdan ve sözden yardım bekleyen çalışmaların asıl söylemek istedikleri gerçekte bildirilerinde açıklananlar mı? Burada sanatçı kavramlarla uğraşma etkinliğini görselleşmiş metinlerle mi yapıyor acaba. Daha açık bir deyişle sanatçının yeni dünyada anlatım olanaklarını genişletme çabasında girdiği deney, aynı zamanda felsefe yapma girişimi olarak algılanabilir mi?

Felsefenin felsefe yapmaktan uzaklaşmasıyla ortaya çıkan boşluğa herkes felsefe yaparak mı giriyor? Modernizmde uzmanlıkların ne denli önemli olduğu bilinir. Yeni dünyada bu Postmodern olarak adlandırılan yeni durumda herkesin sanat yapma hakkı herkesin felsefe yapma hakkıyla besleniyor sanki. Ama diğer yandan neden herkesin bilim yapma hakkından söz edilmiyor. Bilimin kendine özgü bilgi yaratma ve bilgiyi biriktirme yöntem ve tekniklerindeki zorluklar nedeniyle, sınırları belirsiz alanlarda kavramları biçimlendirmek daha kolay geliyor olmalı. Şunu benimsemek zorundayız, yeni teknolojiler herkese film çekme ya da bilgisayar programlarıyla oynayarak yeni görüntüler oluşturma olanağı veriyor. Bu olanağa ve özgürlüğe şapka çıkarmaktan başka çare yok. Ama şunu da sormak istiyorum: Dijital kamera ve bilgisayar aracılığıyla bir videoart çalışması gerçekleştiren birisi acaba ne ölçüde film yapma becerisi gösterebilir. Eğer böyle bir olanak yakalamışsa neden televizyon veya sinema için film yapmaz. Yani başına sanat getirildiğinde yapılan iş gerçekten sanat mı oluyor. Oysa buradaki temel belirleyici sanatçı öznenin varlığının belirlenmesidir. Göreceksiniz Andy Warhol’un “ Herkes on beş dakikalığına ünlü olacak” kehanetine benzer bir söz de biz söyleyebiliriz. Hobi kurslarına gidenler nasıl üç gün sonra bütün galerileri dolduruyorlarsa, yakında kavramsal sanat atölyelerine gidenler de, her yeri sanatla dolduracaklar. Asıl soru şu: Herkesin sanatçı olması mümkün mü? Sanat yapıtı ve sanatçının birbiriyle ilişkisi konusu bu denli önemliyken, sanatçı olmakla ilgili yaşantı içeriği iptal edilerek, alan birikimsiz ve beceriksizlerin ilginç tasarılarına mı kalacak.

Bu bir kırılma noktası kuşkusuz. Sanat yapıtının bugüne dek tartışılan değerleri yok olduğunda ortaya çıkan işlerin niteliğine ilişkin değerlendirme, yani onları bir değer kategorisine yerleştirme işi de küratörlerin tekeline geçecek demektir. Sizin ne yaptığınız önemli değildir artık küratörün kimi seçtiği önemlidir.

Hayatın bütün alanlarında seçkinlerin yönetiminde insanlık gerçeklerden uzaklaştırılmış tatlandırılmış sanal bir dünyada oyalanan kalabalıklara dönüştürülmek isteniyor. Üstün ırk tezi çökmüş gibi gözükse de üstün insan tezi seçkinlerin elinde kanıtlanmaya çalışılıyor. Nietzsche bugünleri görseydi ne derdi acaba.

Amacımız anlaşılmıştır umarım. Sanatta izlediğimiz deneysel bütün işleri anlatım olanaklarını genişletmesi nedeniyle ilgiyle ve olumlu bir bakışla karşılıyoruz. Ancak bu oluşum içinde gerçekleştirilmeye çalışılan sanatın yönlendirilmesi ve yapılanması ile ilgili yaklaşımlara da kuşkuyla ve sorgulayarak yaklaşıyoruz. Bizden beklenen uysallığı göstermek zorunda değiliz. Kürotoryal sistemi ve onun sanata bakışını sanatçılar olarak değerlendirmek zorundayız. Burada bulunan ve bu yazıyı okuyan herkese şunu sormak istiyorum. Elinizde gerçekleştirme olanaklarınız olsa, değişik başlıklarla sunulan etkinliklere proje üretemez misiniz? Ama ilginçtir sizin sanatçı varlığınız görülmek bile istenmez. Zaten onlar önceden seçilmiştir. Anlamsızlığa katılmak istemiyorsanız, etnik ayrımcılıktan yana değilseniz, cinsel tercihlerinizi meşrulaştırmak niyetinde değilseniz sizin ne yaptığınızla ilgilenmeyebilirler. İşte bütün bunlar nedeniyle İzmir’de ilginç bir deneyi hayata geçirdik.

Bir Bienal Girişimi

“9. Uluslararası İstanbul Bienali'nin başlığı sadece "İstanbul". Charles Esche ve Vasıf Kortun'un, (asistan küratörler Esra Sarıgedik ve November Paynter) ile birlikte küratörlüğünü üstlendikleri bienal, hem kentsel mekâna, hem de bu kentin dünya için taşıdığı anlamın imgesel gücüne işaret ediyor. Bienal; "İstanbul"un bir metafor, bir öngörü, yaşanan bir gerçeklik ve bir esin kaynağı olarak anlatacağı öykülerin, zengin bir tarihin ve sınırsız olanaklar evreninin kapılarını aralamayı amaçlıyor.”[1]

Charles Esche ve Vasıf Kortun'un küratörlüğünü yaptığı 9. İstanbul Bieanali üzerinde konuşulanları ve gösterilen tepkilerle geldi geçti. Bunun bir ucuna da biz tanıklık ettik. İzmir’e 9. Bienalle ilgili bilgi vermeye gelenler, K 2’ deki toplantıda anlattıklarıyla, bizde büyük endişe yarattılar. Bienale bir tasarı ile başvurmanın anlamsızlığı ortaya çıktı bu toplantıda. Aslında sanatçılar belirlenmiş, geriye birkaç sanatçılık ya da işlik boşluk kalmıştı. Bu belki de Türkiye’ye özgü bir sonuçtu. Ama çok açık yukarıda tartışmaya çalıştığımız nedenlerle küratörlerinin ilgisinin dışında olmak gerçeği, bizi yeni şeyler düşünmeye yöneltti.

Bu durumda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşayan bir çok sanatçının uluslararası dolaşıma girmesi, yaptıkları işlerin düzeyi ne olursa olsun mümkün olamayacaktı. Ve buna çözümler üretilmeliydi. Biz de 1. Buca Eğitim Fakültesi Uluslararası Görsel Sanatlar Buluşması’nı bir bienal başlangıcı olarak gerçekleştirmeye karar verdik. Bu etkinliğe çalışma ve bildiriyle katılacaklar için “ Dışarıdakiler” kavramını tartışmaya açtık. Bu öncelikle İzmir ile ilgili bir durumdu. İzmir’in bugünkü durumundan yola çıkarak sanatçının durumunu, kavramsal sanatı ve kavramsal sanatın sanat eğitimi ile ilişkisini. tartışmaya açmak istedik.

Yaptığımız çağrıya yurtiçi ve yurtdışından 128 proje, 45 bildiri geldi. Bunlardan 63 çalışmayı sergilemeye, 20 bildiriyi de sunuma uygun gördük. Sergilenen çalışmalardan altısı, konuşmacılardan üçü bizim davetli konuğumuz olarak etkinliğe katıldılar. “Kavramsal Sanat ve Sanat Eğitimi” , “Felsefe ve Sanat”, “Eleştiri ve İnceleme” , “Sanat ve Toplumbilim” başlıklı oturumlarda bildiriler sunuldu ve tartışıldı. İzmir’ de kentin değişik yerlerinde beş ayrı mekan sergileme için seçildi. Bunlar işin ayrıntısı. Önemli olan gelen çalışmaların niteliğiydi. Bu konuda, oldukça nitelikli çalışmaların sergilendiğini söyleyebiliriz. Dünyanın bir başka yerine götürüldüğünde hiç de zora düşmeyecek işlerdi hepsi. Bütün tematik etkinliklerde olduğu gibi çalışmaların yan metinlerindeki açıklamalarının başlıkla ne kadar ilgili olduğundan çok, işin sanatsal boyutuyla ilgilendik seçim aşamasında. Bu bizim yukarıdaki tartışmalarımızı da haklı çıkaracak bir durumdu gerçekte. Sanatçı değişik malzemelerle kendince ilgi kurduğu bir açıklama geliştirebiliyor. Sizin de böyle bir bağlantı olur mu diye sormaya hakkınız yok. Metinler olmadan yalnızca işlerin kendisinden yola çıkarak verilen kavramın tartışıldığını ne derece ileri sürebiliriz. Bu ancak yapıtlardaki eğretilemeleri keşfetmeye ya da sizin onlara yeni eğretilemeler yüklemeye çalışmanızla gerçekleşebilir.

Sanatçıların altısı, konuşmacıların da biri yabancıydı. İlk düzenleme olmasına karşın, küçük desteklerle önemli bir etkinlik gerçekleşti. Gerçekten dışarıda tutulmaya çalışanların sesine dönüştü Buluşma. İş dünyasının bulundukları kentteki kültürel etkinliklere yeterince katkı yapmadığı, bazılarının da bu ilk etkinliğe kuşkuyla baktığı kanısını edindik. Özellikle yerel yönetimler farklı tepkileriyle dikkat çekiciydi. Olabildiğince içten tavırla sonuna dek destek veren yerel yönetimler olduğu gibi, hiç duymamış gibi davrananlar da vardı. En ilginç yanlardan biri de kurum içinde bir sanatsal etkinlik düzenlenmesinin kurumun diğer etkinliklerinden farklı tepkiler almasıydı.

Burada gerçekte sanatçının kendisiyle ilgili duyumsadıkları kavramın içeriğini oluşturdu. Anadolu’nun değişik kentlerinden gelen katılımcılar, etkinliği çok önemsediler. Bunu Anadolu’nun sesi olarak nitelediler. Şu açıkça anlaşılıyordu bizim için. Kavramsal sanat adıyla değişik teknik ve sunumlardan oluşan çalışmalar, geniş bir sanatçı kitlesi tarafından ilgiyle izleniyor ve çalışılıyor. Kavramlardan çok sanatçılar teknik ve malzemeyle ilgililer. Kavram ilk hareket ettirici neden olmakla birlikte yapıtlarda doğrudan bir okumanın konusu olamıyor. Böyle düşünüldüğünde de sanatçının kavramları açıklamak, kavram yaratmak ve tartışmak yerine, söylenmeyen ya da söylenemeyenin peşine düştükleri, görünmeyeni göstermeye çalıştıkları söylenebilir. (Acaba bu felsefe yapmak anlamına gelir mi?) Bunun ne ölçüde kavramsal bir alan oluşturduğu tartışılabilir. Ancak bir temayı değişik teknik ve anlatım olanaklarıyla görüntüye çıkarma girişiminin kavramsal sanat adını alıp alamayacağı tartışılmalı. Belki de bu alana “deneysel- konulu” sanat demek daha doğru olacak.

Sanatçıların, sisteme dahil olmadan da, muhalif işleriyle bugünün dünyasını sorgulayabilecekleri kanısındayız. Ülkelerin dünyanın dönüşünü izlemek yerine ona katılma çabasının, yeni oluşumlar yaratacağını düşünüyoruz. Felsefe her zaman sanatla ilgilenecek, sanat da felsefeyle. Ancak ne sanat felsefe yapmaya niyetlenecek, ne de felsefe sanat. Kavramlar dün olduğu gibi yarın da, sanat yapıtlarının içinde varlıklarını koruyacaklar, ama onların sanat yapıtı olmalarını iptal ederek gerçekleşmeyecek böyle bir durum.

*: DEÜ. Buca Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi

**: George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Çev: Nuran Akgören, Can Yayınları,İstanbul 1984

Not: Bildiri, www.befsanat.com adresindeki görsellerle sunulacaktır.



[1] http://www.iksv.org/bienal/bienal9/turkce.asp?Page=Concept