22 Şubat 2022 Salı

28 Aralık 2020 Pazartesi


 


 

"Albert Camus'de Saçma ve Yusuf Atılgan'ın "Anayurt Oteli"

 

 

Bedri KARAYAÐMURLAR,"Albert Camus'de Saçma ve Yusuf Atılgan'ın "Anayurt Oteli"", Ünlem Sanat, Dergisi, C.1 Sayı:8, Sayfa :44-47, 2004, Araştırma Makale,Hakemsiz Dergi, Doçentlik sonrası

__________________________________________________________

 

 

 

tara0004

 

ALBERT CAMUS’DE SAÇMA VE YUSUF ATILGAN’IN "ANAYURT OTELİ”

 

Yusuf Atılgan yazınımızın önemli adlarından biridir. Sanat ve felsefe yapmak, biçem yaratmaktır gerçekte. Bizim sanatsal etkinliklerimizde gözden kaçan hep budur. Neyin anlatıldığı, nasıl anlatıldığından daha önemlidir çoğu kişi için. Bu yanlış bakış ya da anlayış, gerçekte  beğeni düzeyiyle ilgilidir. Yusuf Atılgan bu nedenlerle olsa gerek, okuyucuların çok ilgisini çekmez. Anayurt Oteli’ni herkes filminden tanıyor. Çünkü bir yazınsal biçemin görsel aktarımını, bir olay ilişkisi içinde izlemek daha kolaydır. Orhan Kemal için bile bir kitapçı “eskidi o” anlamında bir şeyler söylüyorsa, yazınımız açısından durum düşündürürcüdür. Çok satanlar listesinde yer almanın sanatsal düzeyle, biçemle ilgisi yoktur. İyi yapıtların az izlenmesi bundandır,  ama geleceğe kalacak olanlar da Yusuf Atılgan gibi Orhan Kemal gibi kendi biçemini yaratanlardır. Felsefesiz sanat olmaz ve sanatla felsefe yapılmaz. Felsefe, sanatçının dünya görüşü olarak siner yapıta. Yusuf Atılgan romancı olarak bunun iyi örneklerinden birisidir kuşkusuz. Biz de Anayurt Oteli’ne  böyle yaklaşmaya çalışacağız.      

Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'dan sonra ikinci romanı. Yusuf Atılgan, iki romanıyla iki portre çizer. İki kahraman arasında benzerlikler vardır. Ancak Aylak Adam'daki C ile Anayurt Oteli'ndeki Zebercet benzer sorunları yaşasalar da, yapıları farklıdır. Buna bağlı olarak seçilen mekanlar da değişiktir. Aylak Adam'da konu İstanbul'da geçer. Anayurt Oteli, bir kasabada, o kasabanın bir otelinde geçer. iki yapıtın da baş kişisi toplumdan kopmuş yalnız kişiler; ikisi de bir tek kadınla iletişim kurabilmede görüyor sorununun çözümünü ve ikisinin de çabası başarısızlıkla sonuçlanıyor."(l) Bu "Nevrastenik" tiplerin çiziminde benzerlikler olmakla birlikte, Anayurt Ote­li'nde romanın yapısının tipleme de verilmek istenene bağlı olarak, alışılmışın dışına çıktığı görülür. "Anayurt Oteli'nde (...) iletişimsizlik, yaşamın anlamsızlığı olayların rasyonel bir biçimde açıklanamayacağı, davranışların nedenlerinin bilinemeyeceği tezi romanın biçiminde de gösterir kendini. Başka bir deyişle, yaşamın anlamsızlığı roma­nın biçimine de yansır. Bu da bilindiği gibi, saçma (absurd) tiyatro ve romanının bir özelliği."(2)

Berna Moran'nın "yazarca" bulduğu, türünün tek örneği olmasa da"...okura üreticiliğin zevkini tatma imkanını en çok sağlayanı olabilir." diye nitelediği Anayurt Oteli'ne Saçma kavramı açısından yaklaşmayı denemek zevkli olacak mı bakalım.

Varoluşculuk (existentialisme) felsefesi içinde Albert Camus ile gelen saçma, onda yaşamı kavrayışın göstergelerinden biridir. Bir anlamda Camus'nun varlık kavrayışına da sinmiştir. Oysa aynı kavram, J.P. Sartre'da "Varlığın evrensel olanağıdır, ama varlığın temeli değildir; saçma varlığın görülen, ispatlanmayan ilk niteliğidir."(3)

İkinci dünya savaşı yıllarında, özellikle Fransa'da oldukça çok taraftar bulan Varoluşçuluk, bir felsefe olarak kaynağını Sokrates'e dek uzanan zengin bir kalıttan alır. Varlık ve Varoluş kavramlarının tartışıldığı felsefe ortamında, olasılıkla, 20.yy’in bireyi gittikçe yalnızlaştıran koşulları, Varolusçuluk'u hazırlamıştır.

Bu bir anlamda, gerçekleri kavrayan aklın, gerçeklikle çatışmasıdır. Kendi varlık nedenini aramasıdır. İnsan kendini nasıl var eder? Asıl soru budur. Çünkü, işbölümlü toplumlarda, yönlendirilmiş, işlev yüklenmiş birey yerine artık bütün bağlarından kurtulmuş bir birey söz konusudur. Bu birey kendi varlık nedenini aramak zorundadır. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı'nın sıkıntılı Fransa’sında, insanların neyin arkasına düşecekleri önemli bir sorudur kuşkusuz.

İnsan için iki seçenek kalır belki, başkaldırmak ya da yazgıya boyun eğmek. Buna yazgı denirse?

Varoluşçu felsefenin temel sorunsallarından, "fazla'lık, 'bulantı', 'saçma', kişiyi özgürlüğünün bilincine götürür." (4) Anayurt Oteli'nin, çevresine yabancılaşmış, iletişimsiz, itilip kakılan Zebercet'i bile duyumsar bu özgürlüğü. "Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük."(5)

Bir anlamda dünyaya fırlatılmış olan insanın, içinde yaşamak zorunda olduğu koşulların; kendi istediği dışında yüklenen yaşamının ağırlığı altında gösterdiği uyumsuzluk ve bunun sonunda kaçınılmaz olan cezanın varlığıdır saçma olan. Korinthus kralı Sisyphos'da karşımıza çıkan budur. Kendimizin dışında ve kaçınılmaz olanın yerini tutan, Tanrılar ve onların koyduğu kurallara kurnazlıkla karşı koymak; insan aklının, kendi varlığını kanıtlama isteğidir, ama sonuç; sonsuza dek sürecek bir cezadır. Saçma olan budur.

Yusuf Atılgan'ın romanlarında saçmayı işlediğini kolayca söyleyemeyiz belki. Albert Camus'nün bilerek işlediği bir kav­ram, Yusuf Atılgan'da, ele alınan tiplerde kendiliğinden çıkar ortaya. Çünkü saçma, bütün insanlar için geçerlidir. Şu ya da bu ölçüde hepimiz yaşarız saçmayı. Saçmayı görmek, görmemek, Varoluşçu olmak ya da olmamak da önemli değildir. Bu insana ilişkin bir saptamadır. "Camus'nün tanımladığı ve her yerde rastlanan çağdaş insan tipi olarak bize sunduğu- kişi, içgüdüsel olarak mutlu olmak ister, hayatının sınırsız olarak sürmesini özler, başka insan varlıklarıyla ve doğal dünya ile ilişki kurmaya çalışır, ama bu isteklerinin varlığın niteliği yüzünden boşa çıktığını görür. (.....) Bu yüzden sonun amacı, bireyin, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, kuruntu, hayal kırıklığı, yabancılık duygusu ve ölüm korkusu geçirdiği zaman ne yapması gerektiğini araştırmaktır. (...) Saçma hem dolaysız dünya bilgisini olanaksız kılar, hem de bireyi akılüstü bilgiden ayırır."(6)

Camus'de bir olanaksızlıktır saptanan. Bu bir yadsınamaz çatışmadır ve insan yenik düşecektir. Ne olacağı nasıl olacağı belli olmayan bir yaşamı sürüklemek saçmadır. Bir takım tutamaklar bulsak bile. yaşamımızı anlamlı kılmak için yaptıklarımız bize neyi kazandırır? Ölüm, insanın kaçınılmaz sonu olmanın yanında kurtuluşudur da. Bu bunalımcı yaklaşımla her şeyi yadsımak da olasıdır. Ancak önemli olan insanın, bilinçsiz doğa içinde bilinçli olmasındaki saçmayı kavrayarak yeni olanaklar aramasıdır. Bu nedenle, akıl ve akıldışı arasındaki çatışmada insanı bekleyen sıkıntıyı yaşamayı başarmak gerekmektedir.

"Bizim üstünde durduğumuz sıkıntı, bütün bir çağın sıkıntısıdır ve biz kendi yaşantımızdan ayrılmak istemiyoruz. Biz ken­di tarihimiz içinde düşünmek ve yaşamak istiyoruz. Biz inanıyoruz ki, bu yaşamın gerçeğine ancak herkesin kendi dramını sonuna kadar yaşamasıyla erilebilir. Çağımız Nihilisme'den çok çektiyse, aradığımız ahlaka nihilisme'i bir yana bırakmakla varılamaz, Hayır her şey yadsımada ya da saçmada bitmiyor, biliyoruz bunu! Ama, önce yadsımayı ve saçmayı ele almalı. Çünkü. bizim kuşağımız önce onlara rastladı ve ilkin onlarla kozunu paylaşmak zorundadır."(7) diyor Camus, bir denemesinde. İnsanlar saçma olanı yaşamayı sürdürecekler. Sanatçılar ve düşünürler paylaşacaklar saçmayla kozlarını. Ya da kendini varedebilenler paylaşacak­lar kozlarını.

Yabancı'nın kahramanı Meursault ile Anayurt Oteli'nin kahramanı Zebercet ne yapacaklar peki saçma karşısında? Yaşama kahramanlığını gösterdikleri için, direnmeseler bile, kısacık yaşamları için kahraman olmayı hak ettiler belki de.

Meursault, saçma olanın bilincindedir. Yaşamın anlamı yoktur. Cinayet işlerken bile neredeyse kayıtsızdır. Bu yüzden suçlu olan kendisi değil,“yakıcı güneş“tir. Akıl dışı olan, bilinçsiz doğadır. Meursault’nun karşısındaki. Ölmek ya da yaşamak anlamlı değildir. Bu yüzden kendisini savunmaya bile gerek görmez.

Zebercet için akıl dışı olan , toplum ve insanlardır. Bu nedenle roman,  Zebercet ile çevresindekiler arasındaki iletişimsizlik üzerine kurulmuştur. Zebercet’de suçlu değildir.Suçlu olan konuşmamaktır uyumaktır.

Yaşam çok karmaşıktır. Toplumda, hemen bizim yanımızda yaşayan insanlar, güven vermezler, katillerin, dolandırıcıların, eşcinsellerin, orospuların, sapıkların yaşadığı bir dünya Zebercet’i ürkütür.“ Eskiden beri dışarının insanlarını pek anlayamazdı; otele gelenlerden değillerdi sanki.“(s.65)

Otel, en az Zebercet kadar önemlidir romanda. Zebercele bütünleşmiştir. Konaktan bozma otel, dış dünyaya karşı,  kale görevini görür. Zebercet doğduğunda, küçük olması nedeniyle;“…el kadar bir şey. Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; Zebercet koyun adını.“(s.15) diyen Ebe’nin sözünü ettiği inci kutusu, Zebercet’le büyür. Zebercet için otel, içinden hiç çıkılmayacak bir kutudur. Bağlandığı yerdir. Tutsaktır, nedenini kendisi de bilmez. Babasının ölümden sonra yönetimini aldığı otele bütünleşir. Kendi isteği dışında olmuştur her şey. Dünyaya geliş biçimindeki olağan dışılığın cezasıdır sanki Zebercet’in yaşamı. Otel’de bu cezanın çekildiği yer. „denebilir ki, otel, doğduğu gün babasının ona uygun gördüğü pamukla döşenmiş mücevher kutusunun işlevini yerine getirmektedir. Ya da Freudcu terimlerle konuşacaksak, güvenceli ana rahminin yerini tutmaktadır. Otelin içi ve dışı ayrı iki dünyadır ve bu karşıtlık romanın ana tema’sında önemli rol oynar.“(8) Bir anlamda Sisyphe’nin taş yuvarladığı Hades’tir otel.

 

"İlle de gerekli miydi başkaları?" Zebercet'in sorduğu ama yanıtlamadığı sorudur bu. Zebercet uyumsuzluk içindeki dünyada, başkalarının varlık nedenini anlayamamaktadır. Kendi varlık nedenini anlayamadığı gibi. Otelin bir parçası olmak, bir kapı, pencere, merdiven gibi bir nesne. Dış gerçeklikle çatışması olmayan bir nesne. O zaman saçmalık kalmayacaktır. Oysa gerçek bu değildir. Zebercet'i şaşırtan otelin dışındaki dünyada insanların nasıl bu denli rahat olabildikleridir. Sanki çok olağandır her şey. Kimse olan bitenin ayırdında değildir. "Yer-yüzünde canlı kalmanın bir bakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanı-yordu."(s.l52) Herkes suçluydu, belki de bu yüzden, suçluluklarını bastırmak, örtmek için üzerine geliyorlardı Zebercet’ in.

Asıl sorun, insanların birbirlerini anlamak için çaba harcamamalarıydı. Yalnızca yalan söylüyorlardı. "Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak."(s.81) İletişimsizlik ve buna bağlı olarak uyumsuzluk, herkesin bildiği yollarla, yalan söylenerek üstü örtülerek sürdürülebilirdi. Bir de pek üzerinde durulmayan, susma-konuşmama da bir çok şeyin nedeni, öncelikle de iletişimsizlikle uyumsuzluğun. Karısını ilk gece boğan gencin duruşmasında, Zebercet iç savunmasında, insanların nedensizliği anlamamalarını ürkerek yadırgar. "Bilemiyorum nedensiz olamaz mı ağır bir söz söylemek vurmak ya da konuşmamak vurmamak bir şeyler uydurmamı istiyor yaptığımı yasaların daracık bir bölümüne sığdırmak için."(s. 117) Yasalar ve toplumun kuralları, bütün insan davranışlarını kapsayacak denli geniş ve açık değildir. Bu yüzden susmanın, konuşmamanın neden olabileceği davranışlar her zaman olacaktır. Üstelik insanı savunmasız bırakarak. Bu yüz­den sorgulanmaktan korkar Zebercet. Yargılanan genç için verilen kararı kendisi için verilmiş sayar.

Saçma, uyumsuzu yaşamaktır. Yaşama ve uyum için gösterilen çabaların boşa çıkmasıyla ulaşılan "Olanakların sonuncusu"yla Zebercet, kendisini akıl ile akıl dışı arasında bir yerde görür. Yaşamın içinde her zaman varolan bu çelişki bir halk türküsünün,"...Ne ölüyüm ne sağım."(s.l51) dizeleriyle Zebercet'le özdeşleşir.

Zebercet'in sığındığı iki şey vardır, biri otel, barındığı yer; diğeri Keçecizadeler, anları. Bu iki bağ onu ayakta tutmaya yetmez. İçgüdülerini doyuracak baska gereksinimleri de vardır. Adının bile paylaşılmadığı bir ortamda yapayalnızdır Zebercet. Oteldeki işinin tekdüze olmasına karşın, içinde bulunduğu konum nedeniyle, yalnızlığını ve yabancılığını sorun etmeyen Zebercet'e önce koruyucusu olan otel oyun edecektir. Yaşa­mın acımasızlığının tanıklığını yaptığı yer, ona iletişimin, sevginin ne olduğunu da gösterecektir. Otelde kalan öğretmen çift, kaçak aşıklar, uyumakta olan duygularını dürtecek, otelle bağlantılı olan anılarında da, Keçecizadelerin intihar eden oğullan Faruk’la bü-tünleşecektir. Faruk yengesine aşıktır. (çözümsüz, iletişimsiz, karşılıksız, açıklanamayan aşk , Faruk'un kendini asmasına ne­den olacaktır.

Cinsel isteklerini karşılayan, sürekli uyuyan, konuşmayan Zeynep'le olan ilişkisinin yetmediğini anladığında iyice yalnızlaşacaktır.

Yaşama tutunması için umutlar gereklidir. Umut, otele bir perşembe günü gelen kadındır. İlkokul öğretmenine benzemektedir. İletişim kurulabilecek, düşlediği kadın tipidir. Kadın otelden ayrılıp, yakında bir köye gidince, odasını kapalı tutar. Kadın dönecektir nasılsa. Bu, umudun yaşanmasıdır.

Umudu yaşadığı sürece, dışarıya çıkmaya başlar, kendine yeni giysiler alır. Bıyığını keser. Yeni bir insan olma yolundadır. Dışarıdaki, anlayamadığı dünyaya karışmaya çaba harcar. Yeniden olumsuzlukları yaşar. Geçmişte yaşadıklarından farklı de­ğildir. Bu sure içinde, düşlediği kadının kaldığı odada, kadın havlusu ve "Dibinde bir yudumluk kararmış çay artığı..." olan bardakta umutlarını sürdürmek ister. "Bardağı ağzına götürürken gözlerini kapadı; durgun bayat çayın kokusunu duydu; kadının dudaklarının izi sandığı yeri öptü." (s.56) Ancak, yukarıdan gelen gürültüyle bardağı elinden düşürüp kırar. Bu umudun yaralanmasıdır. Zebercet umutlarını sürdürebilmek istemektedir. "Az önce ikinci çayını içerken dibinde bir yudumluk çay bıraktığı bardağı aldı; odaya götürüp kırılan bardağın yerine koydu." (s.58) Sapkınca da olsa yaşama bağlıdır bu aşamada Zebercet.

Kadının gittiği köyden, otelde unutulan havluyu almaya gelen iki gençle, umut sona erer. Kadın bir gün trene binmiş ve gitmiştir. Zebercet, fetişe dönüştürdüğü havluyu vermek istemez. Zaten verilecek durumda da değildir. Otelde bir kaç gün kalmış, sonradan polislerden kızını boğduğunu öğrendiği emekli subayın odasına götürür gelenleri. Orada da bir havlu unutulmuştur. Rastlantı, kadının unuttuğu havlunun aynısıdır. Romanın başında, romanda tanıyacaklarımız kısaca tanıtılırken o iki havlunun neye yaradığını sormadan geçmek olanaksızdır. Havlular ölümle yaşamın örtüştüğü nesnelerdir.

Umut yoktur artık. "ancak tek bir kadına, erişilmez bir kadına." (s. 167) bağlı olan umutlar yoktur artık.

Otelde kalan çiftlerin konuşmaları, kadınların erkeklerine söylediği sözler, Zebercet'te yeni istekler uyandırır. Dünyada iletişimi yaşayanlar da vardır demek. Bu düşüncelerle, uzun zamandır uğramadığı ortalıkçı kadının odasına girer. Tepki almak istemektedir. Bir söz duymak istemektedir. "Uykuda istemiyordu artık." (s.88) Ancak başarısız olur ilişkide. "Kadının gözleri kapalıydı. Birden abanıp iki eliyle boynunu sıktı." (s.89) Ortalıkçı kadını- "Cinsel ilişkide uğradığı başarısızlıktan      kadını sorumlu tutsa da, bu, onu öldürmesi için yeterli neden olmasa gerek."(9)-sanki iletişim-sizliği ortadan kaldırmak için öldürür. Artık nasılsa umut yoktur.Zeynep'in varlığı da en az kendi varlığı kadar saçmadır.

Çok önemsediği otel yöneticiliğinin de sandığı kadar önemsenmemesi iyice boşlukta bırakır Zebercet'i. Zebercet'in dış dünya ile ilişkisi demek olan, otel fişlerinin karakola gönderilmesinin de hiçbir anlamı yoktur. "Şaşılacak şeydi yıllardır babasının, gerekse onun, önemle, aksatmadan her hafta polise gönderdikleri kağıtların orada bir yerlere atılması. Yukarıyla bir bağlantı sanırdı bunları." (s.106) Bağlanacak hiçbir şey kalmamıştır O'nun için.

Saçma kavramında, saçmanın saptanması yanında, yaşamın savunulması, her şeye karşın yaşanması istenir. "Hayattan gerçeğe uymayan isteklerde bulunmamalıyız. Hayatı kafalarımızın denediği gibi kabul etmeliyiz." yargısı çıkarılabilir. Bunun karşıtı, saçmaya teslim olmaktır. İki yol görün-mektedir. "İntihar" ya da "İnanç atlamak."

Zebercet, 1963 yılının 10 kasım günü, dışarıda sirenler çalarken, ne olduğunu anlayamadığı gürültülerin ortasında asar kendisini, Anayurt Oteli'nin, o kadının kaldığı odada, Faruk'un da intihar için kullandığı masayı kullanarak. "Yorumlar, nedenler önemsizdi; kesin değildi. Önemli olan insanın edimleriydi. Değişmez tek bir kesinlik vardı insan için: "Ölüm"(s.l68)

Anayurt Oteli, tip çözümlemesinde gösterdiği ilginçlik kadar, romanın     örgütlenmesinde de ilginçtir. Romanın biçimsel başlangıcında. neredeyse, bir senaryo ya da tiyatro metnindekine benzer tanımlar verilir. Kırk gün olarak tasarlanan ama, yirmi iki günde sona eren bir zaman kesitinde, durmadan gezinilir. O güne dek yaşananlar da otelin yaşıyla birlikte Yüz yirmi dört yıllık uzun bir dilimdir bu - Uzun aralarla aktarılır, Yüzlerce binlerce oyuncunun gezindiği an­cak kimsenin görünmediği ilginç bir oyun gibidir roman.

Anayurt Oteli'ne saçma açısından bakılabileceği gibi. Freud ve cinsellik açısından da bakılabilir. Bu bakımdan da ilginç verileri var. Belki bütün olan bitenler saçmadır. Zebercet'in, Otel'in yaşamı gibi.

 

 

 

 

KAYNAKLAR

1- Berna Moran, "Turk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişimYayınları, Istanbul 1990

2- Berna Moran, agy ., (s.220)

3- John Cruickshank. "Albert Camus ve Baş-kaldırma Edebiyatı" Çev;Rasih Güran, De Yayınevi, Istanbul 1965,(s.73)          '      y

4- Ekrem Aksoy "Yazın ile Felsefenin Eylemde Buluşması",Türk Dili Yazın Akımlan Özel Sayısı) Ankara 1981 ,(s.319)

5-John Cruickshank, agy .,(s.71)

6- Yusuf Atılgan, "Anayurt Oteli", Bilqi Yayınevi, Ankara l973,(s.173) Romandan yapılan diğer alıntılar ( ) içinde gösterilmiştir.

7- Albert Camus, "Denemeler", Çev. S Eyüboğlu - V. Günyol, Say Yay Istanbul 1989,(s.55)

8- Berna Moran,agy ..(s.225)

9- Berna Moran,agy .,(s.227)

10- Albert Camus, “L’étranger”, Editions Gallimard, Paris 1991

 

 

29 Ocak 2017 Pazar

EgeArt’ın Bizim İçin Anlamı*







Bedri Karayağmurlar

Platon ve Aristo’nun bütün baskılardan uzak, felsefe dersleri yaptığı ve değişik konuları tartıştıkları kurumlar giderek günümüzün üniversitelerine dönüştüler. Bu anlamda üniversite, düşünce üretilen, bilimsel araştırmaların yapıldığı, dini ve politik baskıların dışında kalan kurumlar oldukları sürece, evrensel işlevlerini yerine getirebilir. Hangi konuda olursa olsun, konusuna kuşkuyla yaklaşmak üniversitenin doğası gereğidir.
Toplum, üç temel yapı üzerinde biçimlenir; bunlar aynı zamanda insan doğası ile uyumlu yapılardır. İnsanlar, değişmez, güveneceği ve kuşkuya yer vermeyen yapılara gereksinim duyar. Özellikle anneye güvenle başlayan daha sonra aile ile kurumsal güvene kavuşan insan, kendisini saran, kuşatan, oba, aşiret gibi kurumlarla varlığını güvende görmek ister. Gelişmiş toplumlarda devletle birlikte sivil toplum örgütleri, bu anlamda önemli kurumlardır. Bu kurumların içinde en önemli yapılarda biri de kuşkusuz inanç sistemleri ve dinlerdir. Değişmez güçlü din, tartışmasız inanılmasını ister. Bu kurumlar işlevlerini birbirlerine devretmeden, birlikte insanın güven duygusunu beslerler.
İnanç duygusunu destekleyen kurumlar, kuşku ile işleyen bilim kurumları yanında, gelişimin gizil gücünü ortaya çıkaran en önemli insan davranışı, yeni oluşumlar için var olanı redetmektir. Var olana duyulan bağlılık ve kabul, değişimin yaratılmasında sorun yaratır. Kabul ve kuşkunun yanındaki ret, bu anlamda insanın ve kurduğu yapıların temel taşlarından biridir ve bunu sanat alanı üstlenir. Bu kurumlardan biri diğerlerinin işlevlerini üstlenerek onları yok saydığında, kendi varlığı da tehlikeye düşer.

Gelişmiş dünyaya ayak uydurmakta geç kalmamıza neden olan etkenlerin başında, bize göre, insanın temel yaşama yönelimlerini temsil eden kurumların işlevlerinin, sadece birine yüklemeye çalışılmasıdır. Bu durum, bilim ve sanatın, başka türlü söylersek, özgür yaratıcı düşüncenin gelişmesini de engellemiştir. Gelişmiş ülkelerle aramızdaki gelişmişlik farkı, kurtuluş savaşı sonrası kurulan cumhuriyetle birlikte kapatılmaya çalışılmıştır. Bu çabada üniversitelerin yükümlülükleri yadsınamaz.
Kentler, halkın yaşam kalitesine katkı sağlayan meydanları, spor alanları kadar; müzeleri, konser salonları, sinemaları, tiyatroları, sergi salonları, kütüphaneleri ile kent olmayı başarır. Üniversiteler, diğer kurumlar gibi kentlerin önemli kurumlarındadır. Üniversitelerin, yerel yönetimleri kültür merkezleri çoğu zaman işlevlerini yerine getiremez.
“Bir bakın kentlere “kültür sarayı” olarak adlandırılan yerlerin düğün salonu ve kahvehane gereksinimini karşılamak için yapıldığını göreceksiniz. Kültürümüzün bu iki kurumunun dışında bir kültür olduğu kavranmadan kültürlü olmak mümkün mü acaba? Bir zamanlar neredeyse bütün kentlerimizde, kasabalarımızda bulunan kütüphanelerin kapatılması, gençlik tiyatrolarının ortadan kaldırılması, sanki kötü bir senaryonun sahneye konulması gibi gözüküyor.”1
Ege Üniversitesi, topluma ve üniversitenin yapısına katkı sağlayacak, sanatsal kültürel etkinlikleri başarıyla sürdürmesi, incelenmesi gereken önemli bir örnek oluşturuyor bize göre. 60 Yıllık kurumlaşma sürecini, Egeart’ı hayata geçirerek taçlandırdı. Sanat alanında eğitim veren birimlerine, resim öğretmenliği bölümünü katarak, plastik sanatlar alanında da eğitim vermeye başladı. Resim bölümünün kurulması, henüz öğrenci almasa da güzel sanatlar fakültesinin yeniden kurulması, Egeart sürecinin ivme kazandırdığı oluşumlardır bize göre. 2005 Yılında sanat fuarı görüntüsünde yaşama kavuşan EgeArt, Ege Üniversitesi’nin kültür merkezi olarak işlev gören ve genellikle, teknik sorunları nedeniyle gündeme gelen Atatürk Kültür Merkezi’ini de yaşar hale getirdi. Kültür merkezini kuşatan, yapısını olumsuz etkileyen, kültürel yozlaşma örneklerinin, kentin merkezinden sökülmesine katkı yaptı.

Ülkemizde il merkezlerinde en az bir üniversite var. Vakıf üniversiteleri ile birlikte bu sayının iki yüzü bulduğu göz önüne alındığında, yüz ağartıcı bir eğitim düzeyinde olduğumuz düşünülebilir. Üniversite kavramına yakışan ya da eğitim kalitesi, araştırma olanakları, yetişmiş akademisyen kadroları açısından durum nedir diye sormaya bile korktuğumuzu açık yüreklilikle söylemeliyiz. Korkusu okumuşlardan olan akademisyenleri düşündükçe, yüreğimiz sıkışıyor. Bu koşullarda, araştırmalarıyla, eğitim kalitesiyle 60 yıldır işlevini sürdüren Ege Üniversitesi, üniversite olmanın sorumluluklarını yerine getirmede örnek bir oluşumu, ısrarla ve coşkuyla sürdürüyor.

Sanatçılar genellikle, diğer alanlarda olanlarca anlaşılmaz ya da doğru algılanmaz. Onlara göre sanatçılar, yetenekleriyle, kendiliğinden yapıveren, kendilerine hazır verilmişi kullanan ayrıksı kişilerdir. Ayrıksı oldukları doğrudur ancak, bilim insanları ayrıksı değil midir? Bir derviş kadar ayrıksıdır onlar da. Günlük, pratik işlerin dışına çıkıp, üretmek için, tanınmaz ilginç yeni dünyalar kuran ve bunu nesnelleştiren insanın diğer insanlardan değişik olmasından daha doğal ne olabilir?

İfade edilmemiş şeyler yok sayılır Croce’ye göre. Düşünce özgürlüğü bu anlamda ifade özgürlüğü demektir. Düşünceler, bilim ve sanatsal çalışmalarla nesnelleşir ve bu yolla diğer insanlara ulaşır. Hayat böyle ilerler, toplum böyle kültürlenir; insanların aklı bu yolla gerçekliği kavrar; göz, kulak, dil, bu yola estetik bir nitelik kazanır. Bu nedenle, üniversiteler, bilim yanında sanat alanında da çalışmalar yaparlar. Yüksek öğrenimdeki öğrencilerin, tiyatroya, sergiye, küthaneye gitmesinin mümkün olmadığı yerlerde nasıl eğitim yapılır bilemeyiz. Küresel dünyada artık herkesin, her yerde bu olanakları kullanması beklenir günümüzde.

EgeArt, uluslarası sanat etkinliklerini ve sanatçıları, İzmir’e getirerek, bizim sanatçılarımızla paylaşımlar yaşamalarını sağlayarak, önemli bir bilgi ve deneyim paylaşımını gerçekleştirdi. Diğer kentlerdeki sanatçıların çalışmalarının İzmirlilere ulaştırılması da önemli bir kazanım oldu.

İzmir de yaşayan sanatçı ve akademisyenlerin EgeArt içinde aldıkları görevler, Ege Üniversitesi ile sanatçılar arasındaki iletişim ve etkileşimi de sağladı. Bu apaçık, üniversitenin, dışa açılması, örgün çalışmalarını yaygın etkinlik alanları ile birleştirmesi, üniversitenin yapısını ve kalitesini olumlu yönde geliştirmiştir bize göre.

Başladığı günden beri, zaman zaman sanatçı, seçici, danışman ya da konuşmacı olarak katıldığım EgeArt’ın geldiği düzey çok sevindirici, Ege Üniversistesi Rektörü sayın Candeğer Yılmaz’ın değerlendirmesiyle “(-) uluslararası çapta bir sanat organizasyonu olan ve 31 Avrupa ülkesini kapsayan Avrupa Festivaller Birliği’nin sanatsal kaliteyi temsil eden Festivaller İçin Avrupa - Avrupa İçin Festival (Europe for Festivals, Festivals for Europe) – (EFFE) Platformu 2015-2016 Etiketi’ni” kazanan EgeArt, hem ülkemiz, hem İzmir ama özellikle Ege Üniversitesi için sürdürülmesi gerek önemli etkinliklerden biridir.”2 Ege Üniversitesi’nin yerleşkesindeki kültür merkezleri ve galeriler, kurduğu ve yaşattığı müzeler düşünüldüğüne, bilimsel çalışmalar kadar sanat ve kültüre gösterilen ilgi ve harcanan emeğin, üniversitenin bütün kadroları ve öğrencilerini, çağdaş, insana yakışır koşullarda yaşatma ve geliştirme isteği açıkça izlenir. EgeArt’ın kentin kılcal damarlarına dek yayılması, kent kuruluşları ile kotarılan etkinlikler, İzmir’in daha kent olmasını; İzmirlinin, çağdaş dünyaya katılma düzeyini de gösterir kanısındayız. Bu anlamda düşünce üretme ve ifade etme özgürlüğü ile Ege Üniversitesi daha üniversitedir.

Ayvalık 2016          Yayın:21 Ağustos 2016 Pazar
___________________________________________
1- Bedri Karayağmurlar, Değinmeler, Çalı yayınları, s.156, 2009 İzmir
2- Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’ın, 6. EgeArt, sunum konuşması, 4 aralık 2015, İzmir
*: Dünden Bugüne EGEART (Ege Üniversitesi Aralık 2005 - Aralık 2015), Ege Üniversitesi Yayınları 2016, s. 46-47

5 Kasım 2015 Perşembe

Fikret Otyam'a Merhaba



                                                                      Bedri Karayağmurlar
                                                                      www.bedrikarayagmurlar.com

 

Sanatçıların ölümü  her zaman acı verir. Onlar toplumun değeri olarak aramızdan ayrıldıklarında bir yanımız eksilir. O, artık ürettiği çalışmaları yapamayacak, söylemek istediklerini söyleyemeyecek demektir. Kültüre, insanlığa  bırakacak kim bilir  neler eksilmiştir.  Onlar toplumun gözü, kulağı, dilidir. Bu nedenle, yol gösteren atasını , babasını yitirince “Kör oldum” der Cemal Süreya. 

Fikret Otyam,  beni  çocukluğumdan beri etkileyen yazarlardan biridir.  Yüksek öğrenime dek, Yaşar Kemal’in röportajları ile başlayan  okuma, Fikret Otyam ve diğerleri ile sürdü. Röportaj, sadece bir  tanıklığın aktarılması ya da bir durumun,  bir  kişinin, konumun tanımı değil, bütün bunları kendine has bir dille yazmak ve yazılanları görsellerle destekleyerek, yapılan bir tür habercilik, bir tür yazarlık işidir. Haber unutulur çoğu zaman ama röportajlar kalır. Onların güncelliği hiç eksilmez.

Elli sonrası başlayan Anadolu insanına değgin tanıklıkların  gazetelerde yayınlanması,  İstanbul ‘dan  Ankara’dan bakınca pek gözükmeyen,  Doğu ve Güneydoğu’yu, Karadeniz’i, Toroslar’ı,  ve  daha bir çok yeri görünür hale getirir.  Edebiyatımızda, Hazım Tepeyran ile başlayan,  Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Halide Edip’in Vurun Kahpeye’si gibi  çalışmalarla varsıllaşan  Anadolu anlatılarında, Yaşar Kemal’in İnce Memet’İ bir başyapıt olarak ortaya  çıkar. 

Fikret Otyam’ın polis muhabirliği ile başlayan gazeteciliği, röportaj yazarlığı  bu süreçte oluşur.  Bu çalışmalarını değişik gazetelerde önce tefrika sonra  kitap olarak yayınlar. Ben  de  onları okuyarak oluşturdum ilgilerimi. “Gide gide” dizisi içinde yayınlanan kitaplarla karşılaştım önce.   Öğretmen okulunda başlayan yazına ilgim  yanında resim yapmaya,  fotoğraf çekmeye de başladım. 1969  yılında Çanakkale Öğretmen Okulunu bitirince, atamam için Niğde, Urfa, Mardin, Hakkari yazmamın nedenidir o kitaplar. Atamam, Aksaray’a çok yakın Bor’un Obruk köyüne çıktığında il aylığımla bir daktilo, bir fotoğraf makinası aldım. Ses kaydetmek için almaya niyetlendiğim cihazı bir türlü alamadım. O zaman teypler makaralı ve taşınamayacak kadar büyüktü. Köyle ilgili ilk yazım Ant dergisinde yayınlandığında, Ankara’da yayınlanan  Yeni Gün’e yazmamı istediler,  bu yazarlığımın başlangıcı oldu. Köyde yaptığım röportajları, öyküleri yayınlamakla başlayan süreç, Gazi Eğitim Resim Bölümüne girdikten sonra da sürdü. Yeni Gün’de  hem çalıştım, hem de yazdım.  O zaman bir de Bedri Rahmi’nin atölyesinde olma isteğim vardı ama olamadı. Fikret Otyam’ın atölye hocası Bedri Rahmi’nin, sanıyorum son  kez katıldığı 1973 DRHS sergisine benim de bir çalışmam  kabul edilmişti.  Fikret Otyam (Niğde) Aksaray’lı, ben de Niğdeliyim. İşte  Otyam’la ortaklıklarım. Fikret Otyam Usta’yı bir yazı ile uğurlamak benim açımdan bir kat daha önemli bu yüzden.

Gazeteci, yazar, ressam ve insan  Fikret Otyam, iç içe geçmiş, ilginç serüvenler toplamı  bir yaşam.  Bozkır kasabasından çıkıp, yazmaya, resim yapmaya yönelimle başlayan, yoğunlaşarak artan  ve geride çok sayıda yapıtla noktalanan seksen sekiz yıllık bir ömür.

Hayatın olasılık ve zorunluluklarla oluşmuş bir serüven olduğunu düşünebiliriz. Diğer canlılar için de durum aynı olmakla birlikte, bilinciyle bu oluşumu etkileyebilen insan, hazır bulduğu, sunulan olanaklarla ve karşısına çıkan engellerle  oluşturur kendisini.

Fikret Otyam, 1926’da Aksaray’da  eczacı Vasıf Efendi ile annesi Naciye Hanım’ın üçüncü oğlu, Vasıf Nedim Otyam ve Kemal Otyam’ın kardeşi olarak  dünyaya gelir.  Vasıf Nedim Otyam müzisyen, orkestra şefi , film yönetmeni ve Kemal Otyam şair, yazar  olur. Babası Binbaşı Vasıf  Efendi,  Yemen’de,  Kurtuluş  Savaşı’ında görev almış bir subay ve İsmet İnönü’nün silah arkadaşıdır. Vasıf Bey askerlikten ayrıldıktan sonra, önceleri  İstanbul’da daha sonra Aksaray’da eczacılık yapar.

Babasının eczanesi, Fikret Otyam’a  Anadolu insanını yakından tanıma olanağı sağlar. Eczanede konuşulanları  yazmaya çalışarak ilk yazarlık deneylerini  oluşturur. Her yazar, her sanatçı gerçekte kendi yaşantısını anlatır. Tanıklıkları ve yaşanmışlıkları  anlatma isteğidir  yaratmaya  yönelten. Yaratma isteğini tetikleyen daha  neler vardır Otyam’larda  kim bilir?  Cumhuriyetin ilk yıllarında, eğitimli, olanakları olan bir ailede yaşamak ve bunu yaratıcı etkinliklerle nesnelleştirmeye çalışmada Eczacı Vasıf Bey’in katkısı apaçık gözükmektedir. Fikret Otyam  besbelli,  okul dışı zamanlarında yaptığı eczacı  çıraklığı  süresince iyi  gözlemiştir halkı. Saygı duyarak,  üzülerek, düşünerek kaydetmiştir gözlemlerini. O  yıllar, savaş sonrasının yılları, mübadeleyle giden, okur yazar, meslek sahibi Rumların olmadığı zor yıllardır. Değişik inançların ve etnik grupların bulunduğu Anadolu’da, insanlar, sen kimsin demeden yaşarlar yüzyıllarca, Kurtuluş savaşı ve diğer  savaşlarda, aynı amaçlarla birlikte savaşırlar. Bu farklılıkları bilmeyen Fikret, bir gün bir olay yaşar Aksaray’da.                                                                                                                                      “Çocukluğumda Aksaray’da pazar çarşamba günleri kurulurdu. Eczanemizin önünde. Bir meydan var. Meydana köylüler gelir. Ne satıyorsa; yağdı, yumurtaydı, peynirdi falan… Biz tereyağı çocuğuyuz. Sahtekarlık yoktu o zaman. Mis gibi tere yağlar. Babam ‘Git bir cingil yağ al’ dedi. Cingil şöyle bir bakır kap. Gittim bir adam orada, pos bıyıklı, sigaradan yanmış bıyığı. Üstü başı yırtık ama önündeki yağın üzerindeki bez koladan çıkmış gibi. Tam parayı verirken 60 kuruş mu, 55 kuruş mu, oradan bir kol yapıştı ‘Yürü git’ dedi. Bir baktım müezzin İbrahim Efendi Amca, nur içinde yatsın. ‘Ulan dedi bunlar Alevi, bunlar Kızılbaş. Bunların kestiği yenmez, mekruhtur’ dedi. Hiç kulağımdan gitmiyor. Bugün 88 yaşındayım, bu anlattığım hikaye 7 yaşındayken.” Diye anlatır, bu üzücü durumu.

Kurtuluş savaşı daha dün bitmiş,  Anadolu insanı omuz omuza yarattıkları destanı unutmuş gibidir.  Ötekileştiren bakışlar, olanaklarımızı  o zaman da daralttı. Anadolu, neredeyse bugünlere Etilerden beri süren bir yoksullukla yaşadı. Özellikle 2. Dünya savaşı yıllarında yoksulluk biraz daha  derinleşti.  Savaş ve kıtlık yıllarında çekilenler halkın belleğinden hiç çıkmadı. Fikret Otyam, hastalık, yoksulluk, salgın, kıtlık içindeki insanların yaralarına ilaç olmaya  çalışan babasından öğrenir, insana insanca bakmayı. Bu bakış eğitimi süresince işlenerek bir dünya görüşüne dönüşür.

O dönem,  okula gitmek bile zordur. Çoğu köyde okul bulunmaz, büyükçe köylerdeki okullara  ulaşmak da kolay değildir. Kasabada yaşamak, İsmet İnönü’nün arkadaşı bir  babanın oğlu olmak, herkese nasip olacak bir şans değildir.  Bu nedenle okula gitme ve okuma konusunda sıkıntısı olmaz.  Liseye kadar Aksaray’da okur. Galatasaray Lisesi’ne gitmeyi düşünür ama önce Ankara’da daha sonra Kayseri’de liseyi bitirir. Kayseri Lisesi’ne gitmesine  neden olan ilginç bir olay yaşar. Bu olay  geçmiş dönemlerin yönetici, memurlarının halka bakışını da anlatır.                                                                                Ankara'da öğrenci iken bir okul gezisi sırasında yaşadığı olay, Fikret Otyam'ın eğitim hayatını bambaşka bir yola sokacaktı. Müze gezisinde bir öğrencinin Hitit aslanının ağzına tükürmesi ve öğretmeninin o öğrencinin Fikret Otyam olduğunu sanarak, ‘Pis Anadolulu bunu sen yapmışsındır!’ diye aşağılaması nedeniyle Ankara'dan ve okuldan ayrıldı.”

Kayseri’de öğrenci olduğu dönemde, otobüs durağında tesadüfen tanıştığı Neşet Günal Fikret Otyam’a,  resme duyduğu ilgi nedeniyle, Güzel sanatlar Akademisini önerir. Akademide İbrahim Çallı daha sonra Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun öğrencisi olur. Bu ona yepyeni yollar açılmasını sağlayan önemli karşılaşmalardandır.

Bedri Rahmi, bütün öğrencilerinin dilinde bir efsanedir. Çalışkanlığı, içtenliği, duyarlılığı ile zor bulunur bir sanatçı- öğretmen modelidir.  Yazılar, şiirler yazan, resimde başka yollar denemeyi seven bir sanatçının, ortak ilgileri olan Fikret Otyam’ı etkilememesi düşünülmez sanıyorum. Uzaktan izlediğim, şiirlerini, yazılarını okuduğum, resimlerini gözlerimi dikip anlamaya çalıştığım Bedri Rahmi, beni  bu denli etkilemişken, atölyesindeki Fikret Otyam’ı etkilememesi  düşünülebilir mi hiç?

İşlenecek donanımlarla doğmuş bireyin, karşılaşmaları, çevre olanakları ve daha bir sürü etken çok önemlidir, yaşam çizgisinin oluşumunda. Hele yazmak, resim, müzik gibi sanatsal üretime ilgi, yaratıcılığı tetikleyen etkenlerle , ömür boyu süren bir çabaya dönüşür genellikle.

Kendimden bilirim. Akademide ya da bir başka okulda, sanat alanında eğitim almış  birisi için geçim sağlayacağı alan oldukça  sınırlıdır. Öğretmenlik yapmak, akademisyen olmaya yönelmek,  gazetecilik, fotoğrafçılık, reklam işleri vs. içinde seçim yapmak zorunda  kalırsınız. Her konunun  sığ bakışla  ve çıkarla sulandırıldığı; herkesin ötekileştirilmeye çalışıldığı ülkemizde, sanata, sanatçıya destek sıkıntılıdır. Desteği bir yana bırakın, başınıza gelebilecekler arasında sanatsal üretimi sürdürmek bile zor iştir.

Fikret Otyam da emekli oluncaya dek neredeyse kırk yıl gazetecilik yapar; 1953 yılında Güneydoğu’da gezerek röportajlar yapan Yaşar Kemal’e eşlik eder.  Yaşar Kemalle karşılaşmak, büyük ustanın  çabasına tanıklık az iş değil doğrusu. 1979 yılında gazetecilikten emekli olduktan sonra,  daha çok resim yapmaya başladı.   Onun hayatındaki ayrıntıları herkes  biliyor.

Nakışı, dokuması, boyası, rengi bu kadar güçlü olan bir halkın, iş resme gelince, “Ne anlatıyor?” takıntısı beni her zaman düşündürse de, Fikret Otyam, Anadolu bilgesi, işin bu tarafını kolayca çözdü, çünkü o, her sanatçı gibi kendi yaşantı içeriğinden yola çıkarak yarattı resimlerini. Gezilerinde tanıdığı, yazılarında anlattığı insanları, özellikle de, Anadolu’nun bütün çilesini sırtında taşıyan, iri sürmeli gözlü kadınlarını çizdi. Keçileri çizdi,  çiçekleri çizdi. Çünkü sanatçılık hayata tanıklıktır. Kendisi ve çevresi ile derdi olmayan biri neden resim yapsın,  neden şiir, öykü roman yazsın.   Sanatçılık ne yaparsanız yapın, öncelikle bir dünyayı biçimlendirip, ele güne çıkarmak değil midir?

Fikret Otyam, resim bölümünden sonra, gazeteciliğe başladığında, resim çalışma fırsatı bulamamanın acısını fotoğraflarla  bastırır. Emekli olunca, baskıdan kurtulunca, yeniden yoğunlaşır resim çalışmaları.  Antalya’da Gazipaşa’da Geyikbayırı’nda, keçileri, çiçekleri, ağaçları ile insan ve doğa sevgisinin nesnelleştiği bir dünya yaratır eşiyle. Bu dünya insan ve doğa sevgisi ile dönen bir dünyadır. İnsan sevgisi temelinde de vefa önemli değerdir onun için.  Bir konuşmasında “Vefa, insanlara sevgiyle bağlı kalmaktır. Bakma herkes İstanbul’da semt zanneder Vefa’yı, bozası meşhur. Değildir. Ben de bunu hep anlatırım. Sevgidir. Bazı şeyleri unutmamaktır. Kaç yıl sonra Urfa’dan bir otobüs dolusu çocuk ziyaretime geldiler. Bu vefadır.” İşin sırrı budur bize göre,  resim de şiir de insan için yaratılır, yapılır. Herkes  kendisi için  üretse de, nasılsa, başkalarına  en önemlisi de bütün insanlara kalacaktır. Masamda duran, Stefan Zweig’ın Montaigne’i de böyle söylüyor.

 

Okullarda, sanatı sevdirmek yerine,  şiirden resme kadar  bütün sanat yapıtlarını,  konusu, ana fikri, diyerek tanıtmak, sanat ilgiyi bozdu diye  düşünürüm hep. Keşke sevgiyle, çıkarsız karşılaşsa insanlar,  sanatla ve sanatçıyla. Neşet Günal, Nuri İyem  gibi Fikret Otyam da Anadolu insanının, toprak insanın ve kadınların  portrelerini yapan önemli sanatçılarından biridir  bize göre. Bu ressamların çalışmaları nasıl  yazılıysa aklımda, Yaşar Kemal’in, Fikret Otyam’ın Anadolu’yu karış karış gezerek yazdıkları  da öyle aklımda.

Yazma, resim yapma serüvenimde koşutluklar bulduğum bir usta olarak Fikret Otyam’ı insan yanıyla, sanatçı özellikleriyle anıyorum.
 
                                                                                     Ayvalık  Eylül 2015
 

20 Ekim 2015 Salı

Sanat ve Sanat İçin





                                                                                             

           “gün gün ile barışmalı /  kardeş kardeş duruşmalı /
             koklaşmalı söyleşmeli /korka korka yasamak ne”

           Hasan Hüseyin Kormazgil          

           


Yazıp yazıp siliyorum. Böyle zamanlarda hep elim ayağım dolaşıyor. Ülkemin yüreği yanan insanlarını, bu çatışmaya, bu kıyıma sürükleyenlerin, kana batmış görüntülerini mi  çalışmalı, diyorum.  Sonra da taşeronlar kanda boğulsun; ülkem,  bu dış  tezgahlı oyundan kurtulsun diye cümleler kurup, öyle şaşkın  geziniyorum. Halleşecek,  dertleşecek kimse olmaz bazen. Şiir kitaplarını  açarım, türküler dinlerim. Bir şiirde, bir türküde  derdimizin dermanı, ustaca dilendirilmiştir nasılsa.  

Hayatın güzelliğini ve  geçiciliğini,  insanın  evrenin, dünyanın öylesine doğal bir parçası olduğunu  bu denli güzel anlatan bir şiir bizi düşündürmez mi? Nazım Hikmet’in  “Masalların Masalı”nın tamamını aktarabilseydim keşke.



Su başında durmuşuz./Önce kedi gidecek,/kaybolacak suda sureti./Sonra ben gideceğim,/kaybolacak suda suretim./Sonra çınar gidecek,/kaybolacak suda sureti./Sonra su gidecek/güneş kalacak;/sonra o da gidecek...”(Nazım Hikmet)


Avrupa birliği ülkelerinde gezdiğinizde, kimse size pasaport sormaz; birinden diğerine İzmir den Ankara’ya, İstanbul’dan Diyarbakır’a gider gibi  gidersiniz. Ülkemize kumpas kuranlar, bilmezler mi bunu da, insanları kentleri birbirinden koparmaya çalışırlar.



Her insan bir mucizedir. Dünyaya gelişini düşünün. Yetişmesini. Çevresini, anasını babasını,  sevdiklerini. Nasıl kıyılır bir insana. Acıyı Bal Eyledik’te  neler söylüyor ozan,



 “bak şu bebelerin güzelliğine /kaşı destan /gözü destan /elleri kan içinde” (…)



“hor baktık mi karıncaya /kırdık mı kanadını serçenin /vurduk mu karacanın yavrulusunu /ya nasıl kıyarız insana” (Hasan Hüseyin)



Dünyayı, kirleten de güzelleştiren de insan.   Kendimize sorsak, görkemli uygarlık tarihine bir damla katkı yapacak  çabamız var mı? Dünden söz etmiyorum; şimdi?  Gelişmişliği, yüksek gelir, yeni teknoloji araç kullanmak sayan anlayış öyle yaygınlaştı ki, neredeyse hiç kimsenin kültür sanatla ilgilenesi yok. Eğitimlilerin önemli  bölümü, aydın geçiniyor ama çoğunun, ne şiirden, ne resimden, ne müzikten, ne tiyatrodan haberleri yok. Varsa yoksa kazanmak,  harcamak.  İzmir’in nerdeyse yarısından daha az nüfusa sahip Berlin’de, altmışın üstünde tiyatro, yüzlerce galeri, çok sayıda müze var. Küçücük Zagrep’teki Modern Sanatlar Müzesi’nin bir örneği bizim kentlerimizde de olabilse. Gaziantep’teki Zeugma Mozaik Müzesi’ni  yeni gezdim.  Buluntuların, mozaiklerin sunumu, sunum öncesi  restorasyon  çalışmaları ile gönendim..  Anadolu’da her kent, müze kent olarak izlenebilseydi keşke. Keşke o kentler ranta kurban edilmeseydi de,  kentli olmayı başka biçimde öğrenseydik. Çünkü  kentli olmak,  kalabalık caddelerde gezinmek, sitelerde oturmak, saygısızca araba kullanmak değildir.

Fransız ressam Paul Gauguin'in tablosu 300 milyon dolara satılarak dünya rekoru kırdı

Bir haber: “Fransız ressam Paul Gauguin'in tablosu 300 milyon dolara satılarak dünya rekoru kırdı.”  Kendi sayfamda aşağıdaki  yorumu yaptım, geçenlerde.

"Darısı başımıza; bakalım bizde ne zaman olacak  Derken, düşündüğüm, bizim resimlerimiz bu kadar para edecek mi değildi. Dünya ölçeğinde, yaptıklarımızın ortak kültüre katılmasındaki istekti öncelikle. Çünkü bir ülke, ne denli güçlü ise, sanatçıları da o denli güçlüdür ve diğer insanları o ölçüde etkiler. Giderek daha da küçülecek bir dünyanın kıyısında, her şeyi görüp, sessiz yaşamak kime zor gelmez? Keşke politikacıların da böyle düşleri, beklentileri, programları olsaydı. Keşke toplum olarak bize atılan çalımlara destek vermek yerine, böyle isteklerimiz olsaydı.
Ey, güçlülerin uğruna kurban edilenlerim, kurban bayramınız düşünceli olsun. Dostlukla.” Diyerek  noktalamıştım.

Bayram geçeli haftayı geçti. Bayram sonrası Ayvalık Tasarım Akademisi’nde Atmosfer  Sanat Projeleri kapsamında , “Yıkıcı etkinlik Olarak Sanat” başlıklı bir  konuşma yaptım.  Biz konuşup, biz dinliyoruz  ama  şikayetimiz de yok. İlgilenmeyenlere inat, çalışıyoruz işte. İşte bu  koşullarda,  yazdım bunları.

Hayat böyle, kendi bildiği gibi ilerliyor. Keşke sanat, şiir  ve aşkla yürüse. Sınırların olmadığı bir dünyada, hep barış olsa. Ve insanca yaşamak.
                                                                          Bedri Karayağmurlar

                                                                   www.bedrikarayagmurlar.com


                                                                              İzmir Ekim 2015