31 Mart 2011 Perşembe

SANAT VE ÖLÜM

Bedri Karayağmurlar









Savaşın kapımıza dayandığı, ölümün tırpanının suçsuz insanların üzerinde sallandığı günleri yaşıyoruz.

Dünyaya gelmenin anlamsız olduğunu düşünebilirsiniz. Yaşamın acımasızlıklarına katlanmak, en acısı da öleceğini bile bile yaşamak çok ağır gelebilir. Yaşadığının bilincinde olan ve bu nedenle de öleceğini bilen tek canlı insanın, yaşam ve ölüm arasındaki tedirginlik; bir gün anımsanmamak üzere yok olup gitmesindeki dayanılmazlık, başlangıçtan bu güne insanı uğraştırıyor. Ölümü yadsımak, ölümden sonra da yaşamak istiyor insanlar.Aragon Garaudy’nin bir kitabına yazdığı önsözde bu konudaki düşüncelerini açıklıyor: “Bütün ömrümce, kendi dışımda var olan şeyleri benden önce olmuş, ben göçüp gittikten sonra da ayakta kalacak olan şeyleri dile getirmeye uğraşmış durmuşumdur. Soyut dilde bunun adına gerçekçilik denir ve bundan ,trajik bir edayla söz etmemeye çalışırlar. Gerçekçi kimse bir el kumar oynamaktadır, o bir elde kazanacağı ya da yitireceği şey de , o eli oynayan da kendisidir. Bu yetenekte bir kimse yitirirse her şeyi yitirmiş olur;geriye hiçbir şey kalmaz ondan; siz tutup tam tersini ileri sürseniz de, her insanın gönlünün derinliklerinde, bazı şeylerin kendisinden sonraya kalması,kendisinden sonra ayakta durması, kendisinden sonra bir iz bırakması için bir tutku yatar. Adlarını ağaçlara ,taşlara yazan bir sürü insan yok mu? benim dramım, onların dramı işte.”

Neredeyse bütün inançların, ölümü, sonsuz yaşam olarak sunması; sonsuz yaşamın, maddeden arınmış; sorunsuz yaşama dönüşmesi için ete kemiğe bürünmeyi, bazı zorunlulukları yerine getirmek için katlanılması gereken bir pupa dönemi gibi algılatmaya çalışması şaşırtıcı değil. Sonsuz yaşama renkli kanatlarıyla merhaba diyecek günahsız bir kelebek olmanın özlemiyle, Dünya denilen kozada bütün sıkıntılara katlanmak acı verici ve kışkırtıcı. Ölümlüğü yenmek için inançların vaatlerine sığınan insan , bu dünyanın geçiciliği inancıyla buraya katkıda bulunmadan çekip giderse kalmayı başarabilir ve sonsuzluğu yaşayabilir mi acaba? Yaşamın yapısındaki trajik ikilemi kavramadan yalnızca diazonik bir yönelişle apollonik olanı yani aklı yadsıyarak bu trajediden kurtulmayı bekleyen insan, doğanın yaşamın yapısına ters bir tavır alışla kendi trajedisini de yadsımış olmaz mı?Yaşamı yadsıyan insan için tek mutluluk bir an önce bundan kurtulmak değil midir? “Ormanda dolaşırken bir gün kral Midas , ağaçlar arasında Silenos’u görür; onun üstün bilgeliğinden yararlanmak için peşine düşer; sonunda yakalayınca ona ,”insan için en iyi olan nedir?” diye sorar. Silenos susar.Kral sorusunu üsteleyip durunca , bir kahkaha atar, der ki; “var olmamak, varsa hemen ölmek, yok olmak; budur insan için en iyi olan” Kral Midas susar. Silenos* elleri arasından kayıverir.” Ve trajedisi olmayan düz insanın yaşamın acılarına tevekülle katlanmasındaki anlamsızlık, gerçekte onların yaşamlarını da anlamsız kılar. Oysa yaşamı bütün yönleriyle kavramak, isteğimiz dışında gelişimizi anlamlı bir yaşama dönüştürmek, “ben de yaşadım” diyecek bir iz bırakmak insan olmanın gereklerindendir.

İnsanların içinde sanatçı, yalnızca kendisi için değil ama bütün insanlar adına ölümü nesnelleştirmeye çalışır. İnsanı korkutan bilinmezliktir. İnsan ölünce ne olur. Bilinmez bir sonsuzluğa mı gider; beyin ölümü ile birlikte nesnel dünyanın içinde salt bir nesneye bir organizmaya mı dönüşür? Ölümün ve ölüm sonrasının bilinmezliğini aşmak; kalmak,ölümün yok ediciliğinden kurtulmak için değişik yolar dener insanlar. Bir inanca sahip olabilirler; Mısırın tanrı krallarını düşünün, krallıklarını sonsuzlukta sürdürmek için bizi hala şaşırtan tapınaklar, piramitler, şaşılası mumyalar yapmadılar mı? Neredeyse bütün insanların soylarını sürdürmek için nasıl delice çaba harcadıklarını biliriz. Bir üçüncü yol da sanat , bilim politika ile (vb.) uğraşmak, bu yolla geride kalan insanların belleğinde yaptıklarıyla yaşamayı sürdürmektir. “İnsan kendisini anan son kişi öldüğünde gerçekten ölür.” sözünü daha önce duydunuz mu? Eğer bu doğruysa, ne inanç ne de kendi soyumuzdan insanlar gerçekten bizi ölümden kurtarabilir. Oysa Platon hala konuşuyor. Shakspeare hala aramızda, Leonardo bizimle yaşıyor. Nietzsche kışkırtmayı sürdürüyor. Şimdi bu dünyada yaşadığı halde yaşama katılmayan bir çok insanın daha şimdiden ölüden pek de farkları var mı?

Bilim adamları ne denli iyi niyetli olsalar da onların yaptıkları kötü biçimde kullanılarak doğaya ve insana zarar verilebilir. Şimdi Irak’ta patlayan bombalar teknolojinin gelişmesine katkıda bulunan bilimsel araştırmaların sonucu değil mi? Politikacılar tarih yaparak geleceğe kalmayı başarır; çabalarıyla insanları mutlu edecek oluşumlara, zaman zaman da dünyayı fethetmek gibi garip düşüncelerle milyonlarca insanın yok olmasına da neden olurlar. Oysa sanatçı yaşamı anlamlandıran, onu çoğaltan bir işlev görür. Ölümü anlattığı zaman da bizi daha insan yapar. Bu nedenle Stefan Zweig, dünyayı ele geçiren gerçek fatihlerin komutanlar ya da diğerleri değil, sanatçılar olduğunu ileri sürer.



Ölümü fark etmek yaşamanın değerini kavramak demektir.Gündüz Vassaf “Cehenneme Övgü”de “Ölüm sürecinin farkında olmak, yaşamın uçup giden güzelliğini algılamak demektir. Bu,aynı zamanda,güzelliğin sürekliliğinin farkına varmak demektir çünkü, uçup giden şey, zaman ya da güzellik değil, bireyin kendisidir.” diyor. Çünkü yaşam su gibi akıyor, her gün biraz daha yaklaşıyoruz ölüme, üstelik bilinmez bir zamanda ansızın karşılaşma olasılığımız da ortada. Bir inanca sığınarak, ya da ölümün korkutucu yüzünü unutmaya çalışarak yaşam denilen mucizeyi fark etmeden harcamak ne acı. Asıl acı olan ölüm değil, çünkü o kaçınamadığımız bir olgu. Asıl acı olan yaşamı fark etmemektir