21 Şubat 2009 Cumartesi

YEREL YÖNETİMLER VE SANAT


Bedri KARAYAĞMURLAR

“Mahalli İdareler” seçimine bir aydan az zaman kaldı. Yerel yönetim seçimlerinde oluşacak yönetim görevlerinin hepsi önemli olmakla birlikte, bunların içinde belediyeler göz önünde olmaları nedeniyle daha da önemlidir. Belediye hizmetleri, kentlerin yaşanacak yerlere dönüşmesini sağlayacak nitelikte olmalıdır. Bu yargımızı desteklemeyecek kimse yoktur sanıyorum.Çoğunluğu kentte yaşamaya gönüllü Türkiye nüfusunun, neredeyse yarısı kentlerde yaşamaktadır. Bu nedenle yerel yönetimler ve belediye hizmetleri, düne göre daha çok insanımızı ilgilendirmektedir.
Ülkemizin bütün insanları yüksek nitelikli yaşam koşullarında yaşamalı, yaşatılmalıdır. Bu yaşam kalitesinin oluşumunda sanat, neredeyse en başta gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu günden bugüne gelinen yer, ne denli iyi olursa olsun bizim için yeterli değildir. Özellikle 1950’den sonra, kentleşmenin hızlanmasıyla, yaşama biçiminin değişmesi doğal olmakla birlikte, bu değişiminin istenilen düzeyde olmadığı, dahası gelişimin oluşumundaki yapısal yanlışlar nedeniyle, kentlerin yaşanamaz yerlere dönüştüğü apaçık ortadadır.
Ülkemizin demokratik yaşamında, demokrasiyi salt oy çoğunluğu ve oy çokluğunu kazanmanın her şeyi yapma yetkisi sanmanın bedelini her zaman halk ödedi. Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları”nı anımsayın. Kente gelen bir ailenin kentli olma serüveninde yaşadığı yenilgiyi anlatan bu öyküde gelinen kent İstanbul, hiç değilse eski kültürü koruyan bir kentti. Salaş, bakımsız ama insancıl ve sıcak. Şimdi anladık ki, sadece yeni kentliler değil, kentlerin kendisi de yenildi. Suyu akmayan konutlar, kanalizasyonu olmayan mahalleler, derelere denizlere dökülen atıklarla, kokudan pislikten yaşanamaz olmuş kentler. Rant uğruna Çin Setti gibi yüksek binalarla örülmüş duvarların arkasında havasız kalmış caddeler sokaklar. Güzelyalı, Karşıyaka Kordon kentimizi güzelleştireceğine, arkadaki semtlerin boğazına sarılmış kalın ilmekler gibi duruyor İzmir’in kıyılarında. havasızlıktan insanların soluk alamadığı ve insanların kömür koktuğu gri bakımsız kentler. Bu manzaralar Charles Dickens’ın, Emil Zola’nın romanlarından alınmış sahneler değil. Bunları ülkemizin büyük kentlerinden her hangi birinde görebilirsiniz. Şimdilik doğal gaz nedeniyle kısmen soluk alan kentler, yapısal çözümler üretilmezse yakın bir gelecekte daha kötü koşullarda yaşamak zorunda kalacak.
Sanayileşmeye bağlı kentleşme, kentleşmeye bağlı demokratikleşme süreçlerinin doğru işlemediği ülkemizde, gelişmiş ülkelerin zamanında yaşadıkları acılarla oluşturdukları deneyimleri kullanmak yerine, bunları yeniden denemeye çalışma aymazlığı, birikimsiz politikacıların ranttan beslenme kolaycılığı ile açıklanabilir belki. Kentlerimize bir bakın, İstanbul, İzmir, Ankara birer kondu kent. Neresini düzelteceğinizi bilemiyorsunuz. Yıkıp yapmaya harcanacak kaynaklar, ülkemizin kim bilir ne önemli gereksinimlerini karşılayacak kaynakları alıp götürecek. Yatırım ekonomisi yerine ranta dayalı yağma ekonomisini uygulamaktan vazgeçilmediği sürece, ne kentlerimiz kent olacak ne de kentte yaşayanlar kentli. Bu yargı çok katı olabilir. Eğer kent olarak değerlendirilen yer, kentin merkezinde bir meydan ya da şık binalarla donatılmış caddeler, deli gibi akan, ana yollarda durmadan tıkanan trafikse; evet, çok sayıda kente sahip olduğumuz söylenebilir.
Kentlerin nesnel yapısıyla, görünümüyle ilgiliydi söylediklerimiz. Buraya kadar anlat maya, vurgulamaya çalıştıklarımız konusunda, söyleyecek daha çok sözü olan başka insanlar vardır. Ama kent dendiğinde, hemen kentin kültürü, bu kültürü besleyen sanat etkinlikleri ve sanatçılar gelir akla. Tiyatroları, konser opera salonları, sanat galerileri, sinemaları olmayan yerler, ne denli büyük nüfusları, ne denli görkemli binaları olsa da kent olmayı başaramazlar. Oralarda yaşayan insanlar, kentte yaşadığını sanan ama hiçbir zaman kentli olamayan insanlardır ne yazık.
Dünya giderek küçülüyor. Kültürün paylaşımı hızlanıyor. Televizyonun sinemanın internetin teknik olanaklarla bize sundukları dünya, ne denli çekici ve güzel olursa olsun, evrensel kültürü taşıyan sanatçıların ve yapıtlarının kendisiyle karşılaşmak ancak kentlerde olasıdır. Bu nedenle kültür merkezlerine, konser salonlarına, galerilere, müzelere, tiyatro salonlarına gereksinim artarak büyümektedir. 12 eylül 1980 sonrası yozlaşan kültürel yapıya neden olan, havadan kazanma kültürünün her şeyin önüne geçmesi kadar, bir politika olarak kültür kavramının anlamının değişmesiyle de ilgilidir sanıyorum. Bir bakın kentlere “kültür sarayı” olarak adlandırılan yerlerin düğün salonu ve kahvehane gereksinimini karşılamak için yapıldığını göreceksiniz. Kültürümüzün bu iki kurumunun dışında bir kültür olduğu kavranmadan kültürlü olmak mümkün mü acaba? Bir zamanlar neredeyse bütün kentlerimizde, kasabalarımızda bulunan kütüphanelerin kapatılması, gençlik tiyatrolarının ortadan kaldırılması, sanki kötü bir senaryonun sahneye konulması gibi gözüküyor.
Öte yandan büyük kentlerimizde yeni yapılan kültür merkezlerinin, müzelerin üst üste açılması bizi sonsuz sevindiriyor. Örneğin İzmir’de Adnan Saygun Kültür Merkezi’nin ve Havagazı Fabrikası’nın açılmasını sevinçle karşıladık. Selçuk Yaşar Üniversitesi Rektörlük binasının alt katında açılan sanat galerisi de İzmir’in önemli kazanımlarından. Bu kazanımlara sevinsek de yerel yönetimler açısından endişelerimiz var. Eğer binalarla nitelikli kültürel sanatsal etkinlikler yapılabilseydi sorunları çözmek çok kolay olurdu. Oysa bu yatırımların doğru kullanılması, yöneticilerin kültür sanat konusundaki birikimlerine ve dünyaya nasıl baktıklarına bağlı. Kendi beğenisini, aldığı oylar nedeniyle, dayatılması gereken beğeni sanan belediye başkanlarının, yarattıkları çirkinlikleri unutmamalıyız. Adnan Saygun Kültür Merkezi’nin açılışında Sayın Aziz Kocaoğlu’nun sözlerini dikkatle izledim. Ne diyor başkan: Büyük Kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk, çağdaş Türkiye’nin yol haritasını çizerken, ‘Milletimizin güzel sanatlara sevgisini her türlü araç ve yöntemlerle besleyerek geliştirmek, milli ülkümüzdür’ sözleriyle çok net bir hedef belirlemişti.” Bu sözlere imza atarım. Çünkü, belediye başkanlığını rant paylaşımın yönetimi olarak algılayan politikacıların, sanatı, sanatçıyı ve kültürü anlama olasılığından söz edilemez. Daha net biçimde söylemeliyim. Nasıl ben gelecekte çok değerlenecek bir arsayı belirleme ve rant yaratma konusunda bilgisizsem, onlar da sanat konusunda o ölçüde bilgisiz ve zevksizdirler, kuşkunuz olmasın. Kentleri parselleyen, rant yaratmaktan başka becerisi olmayanların belediye başkanı olmaları ne acı. Oysa bir kent, halkın beğenisini, yaşam kalitesini yükselten, kentleri kentlilerin yaşayabileceği yerlere dönüştüren belediye başkanlarıyla daha çok kenttir. Sayın Ali Muzaffer Tunçağ’ı, sanata ve sanatçıya verdiği destek nedeniyle örnek başkan olarak hep anacağım.
“Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözülemez.”(Albert Einstein) Bu sorunların, belediyelerin paranteze alınarak anlaşılması mümkün olsa da, ülkeyi, insanı kültürü öne almayan politikalarla mümkün değildir.
Daha dün, iki İzmir bienalinin katalogunu basmayı engelleyen mantık değişmeden ülkemiz, insanımız, dolayısıyla kentimiz için iyi işler yapmak kolay gözükmüyor. “Gurbet Kuşları”nda Orhan Kemal, kahramanı Kemal’e kentli olmakla ilgili başarısızlığı şöyle açıklatır. “Kendimizden hiçbir şey katmadan bu şehrin nimetlerinden istifadeye kalktık. İşte bunun için başaramadık.” Geçim derdine düşmüş insanımızın bu konulara nasıl yaklaşacağını bilsek de, yaşam kalitesi konusundaki ısrarımızdan vazgeçme olasılığımız yok. Yeni dönemde gerçekleşecek yerel yönetimlerin İzmir’e ve diğer bütün kentlerimize insanca yaşama koşulları yaratmasını diliyoruz. Dilemekten başka şey gelmiyor mu elimizden?
Sanatsız kalmayın. Sanatın düşünmek olduğunu düşünün. Sanata destek vermeyen yöneticilere siz de destek vermeyin.
17 Şubat 2009