5 Kasım 2015 Perşembe

Fikret Otyam'a Merhaba



                                                                      Bedri Karayağmurlar
                                                                      www.bedrikarayagmurlar.com

 

Sanatçıların ölümü  her zaman acı verir. Onlar toplumun değeri olarak aramızdan ayrıldıklarında bir yanımız eksilir. O, artık ürettiği çalışmaları yapamayacak, söylemek istediklerini söyleyemeyecek demektir. Kültüre, insanlığa  bırakacak kim bilir  neler eksilmiştir.  Onlar toplumun gözü, kulağı, dilidir. Bu nedenle, yol gösteren atasını , babasını yitirince “Kör oldum” der Cemal Süreya. 

Fikret Otyam,  beni  çocukluğumdan beri etkileyen yazarlardan biridir.  Yüksek öğrenime dek, Yaşar Kemal’in röportajları ile başlayan  okuma, Fikret Otyam ve diğerleri ile sürdü. Röportaj, sadece bir  tanıklığın aktarılması ya da bir durumun,  bir  kişinin, konumun tanımı değil, bütün bunları kendine has bir dille yazmak ve yazılanları görsellerle destekleyerek, yapılan bir tür habercilik, bir tür yazarlık işidir. Haber unutulur çoğu zaman ama röportajlar kalır. Onların güncelliği hiç eksilmez.

Elli sonrası başlayan Anadolu insanına değgin tanıklıkların  gazetelerde yayınlanması,  İstanbul ‘dan  Ankara’dan bakınca pek gözükmeyen,  Doğu ve Güneydoğu’yu, Karadeniz’i, Toroslar’ı,  ve  daha bir çok yeri görünür hale getirir.  Edebiyatımızda, Hazım Tepeyran ile başlayan,  Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Halide Edip’in Vurun Kahpeye’si gibi  çalışmalarla varsıllaşan  Anadolu anlatılarında, Yaşar Kemal’in İnce Memet’İ bir başyapıt olarak ortaya  çıkar. 

Fikret Otyam’ın polis muhabirliği ile başlayan gazeteciliği, röportaj yazarlığı  bu süreçte oluşur.  Bu çalışmalarını değişik gazetelerde önce tefrika sonra  kitap olarak yayınlar. Ben  de  onları okuyarak oluşturdum ilgilerimi. “Gide gide” dizisi içinde yayınlanan kitaplarla karşılaştım önce.   Öğretmen okulunda başlayan yazına ilgim  yanında resim yapmaya,  fotoğraf çekmeye de başladım. 1969  yılında Çanakkale Öğretmen Okulunu bitirince, atamam için Niğde, Urfa, Mardin, Hakkari yazmamın nedenidir o kitaplar. Atamam, Aksaray’a çok yakın Bor’un Obruk köyüne çıktığında il aylığımla bir daktilo, bir fotoğraf makinası aldım. Ses kaydetmek için almaya niyetlendiğim cihazı bir türlü alamadım. O zaman teypler makaralı ve taşınamayacak kadar büyüktü. Köyle ilgili ilk yazım Ant dergisinde yayınlandığında, Ankara’da yayınlanan  Yeni Gün’e yazmamı istediler,  bu yazarlığımın başlangıcı oldu. Köyde yaptığım röportajları, öyküleri yayınlamakla başlayan süreç, Gazi Eğitim Resim Bölümüne girdikten sonra da sürdü. Yeni Gün’de  hem çalıştım, hem de yazdım.  O zaman bir de Bedri Rahmi’nin atölyesinde olma isteğim vardı ama olamadı. Fikret Otyam’ın atölye hocası Bedri Rahmi’nin, sanıyorum son  kez katıldığı 1973 DRHS sergisine benim de bir çalışmam  kabul edilmişti.  Fikret Otyam (Niğde) Aksaray’lı, ben de Niğdeliyim. İşte  Otyam’la ortaklıklarım. Fikret Otyam Usta’yı bir yazı ile uğurlamak benim açımdan bir kat daha önemli bu yüzden.

Gazeteci, yazar, ressam ve insan  Fikret Otyam, iç içe geçmiş, ilginç serüvenler toplamı  bir yaşam.  Bozkır kasabasından çıkıp, yazmaya, resim yapmaya yönelimle başlayan, yoğunlaşarak artan  ve geride çok sayıda yapıtla noktalanan seksen sekiz yıllık bir ömür.

Hayatın olasılık ve zorunluluklarla oluşmuş bir serüven olduğunu düşünebiliriz. Diğer canlılar için de durum aynı olmakla birlikte, bilinciyle bu oluşumu etkileyebilen insan, hazır bulduğu, sunulan olanaklarla ve karşısına çıkan engellerle  oluşturur kendisini.

Fikret Otyam, 1926’da Aksaray’da  eczacı Vasıf Efendi ile annesi Naciye Hanım’ın üçüncü oğlu, Vasıf Nedim Otyam ve Kemal Otyam’ın kardeşi olarak  dünyaya gelir.  Vasıf Nedim Otyam müzisyen, orkestra şefi , film yönetmeni ve Kemal Otyam şair, yazar  olur. Babası Binbaşı Vasıf  Efendi,  Yemen’de,  Kurtuluş  Savaşı’ında görev almış bir subay ve İsmet İnönü’nün silah arkadaşıdır. Vasıf Bey askerlikten ayrıldıktan sonra, önceleri  İstanbul’da daha sonra Aksaray’da eczacılık yapar.

Babasının eczanesi, Fikret Otyam’a  Anadolu insanını yakından tanıma olanağı sağlar. Eczanede konuşulanları  yazmaya çalışarak ilk yazarlık deneylerini  oluşturur. Her yazar, her sanatçı gerçekte kendi yaşantısını anlatır. Tanıklıkları ve yaşanmışlıkları  anlatma isteğidir  yaratmaya  yönelten. Yaratma isteğini tetikleyen daha  neler vardır Otyam’larda  kim bilir?  Cumhuriyetin ilk yıllarında, eğitimli, olanakları olan bir ailede yaşamak ve bunu yaratıcı etkinliklerle nesnelleştirmeye çalışmada Eczacı Vasıf Bey’in katkısı apaçık gözükmektedir. Fikret Otyam  besbelli,  okul dışı zamanlarında yaptığı eczacı  çıraklığı  süresince iyi  gözlemiştir halkı. Saygı duyarak,  üzülerek, düşünerek kaydetmiştir gözlemlerini. O  yıllar, savaş sonrasının yılları, mübadeleyle giden, okur yazar, meslek sahibi Rumların olmadığı zor yıllardır. Değişik inançların ve etnik grupların bulunduğu Anadolu’da, insanlar, sen kimsin demeden yaşarlar yüzyıllarca, Kurtuluş savaşı ve diğer  savaşlarda, aynı amaçlarla birlikte savaşırlar. Bu farklılıkları bilmeyen Fikret, bir gün bir olay yaşar Aksaray’da.                                                                                                                                      “Çocukluğumda Aksaray’da pazar çarşamba günleri kurulurdu. Eczanemizin önünde. Bir meydan var. Meydana köylüler gelir. Ne satıyorsa; yağdı, yumurtaydı, peynirdi falan… Biz tereyağı çocuğuyuz. Sahtekarlık yoktu o zaman. Mis gibi tere yağlar. Babam ‘Git bir cingil yağ al’ dedi. Cingil şöyle bir bakır kap. Gittim bir adam orada, pos bıyıklı, sigaradan yanmış bıyığı. Üstü başı yırtık ama önündeki yağın üzerindeki bez koladan çıkmış gibi. Tam parayı verirken 60 kuruş mu, 55 kuruş mu, oradan bir kol yapıştı ‘Yürü git’ dedi. Bir baktım müezzin İbrahim Efendi Amca, nur içinde yatsın. ‘Ulan dedi bunlar Alevi, bunlar Kızılbaş. Bunların kestiği yenmez, mekruhtur’ dedi. Hiç kulağımdan gitmiyor. Bugün 88 yaşındayım, bu anlattığım hikaye 7 yaşındayken.” Diye anlatır, bu üzücü durumu.

Kurtuluş savaşı daha dün bitmiş,  Anadolu insanı omuz omuza yarattıkları destanı unutmuş gibidir.  Ötekileştiren bakışlar, olanaklarımızı  o zaman da daralttı. Anadolu, neredeyse bugünlere Etilerden beri süren bir yoksullukla yaşadı. Özellikle 2. Dünya savaşı yıllarında yoksulluk biraz daha  derinleşti.  Savaş ve kıtlık yıllarında çekilenler halkın belleğinden hiç çıkmadı. Fikret Otyam, hastalık, yoksulluk, salgın, kıtlık içindeki insanların yaralarına ilaç olmaya  çalışan babasından öğrenir, insana insanca bakmayı. Bu bakış eğitimi süresince işlenerek bir dünya görüşüne dönüşür.

O dönem,  okula gitmek bile zordur. Çoğu köyde okul bulunmaz, büyükçe köylerdeki okullara  ulaşmak da kolay değildir. Kasabada yaşamak, İsmet İnönü’nün arkadaşı bir  babanın oğlu olmak, herkese nasip olacak bir şans değildir.  Bu nedenle okula gitme ve okuma konusunda sıkıntısı olmaz.  Liseye kadar Aksaray’da okur. Galatasaray Lisesi’ne gitmeyi düşünür ama önce Ankara’da daha sonra Kayseri’de liseyi bitirir. Kayseri Lisesi’ne gitmesine  neden olan ilginç bir olay yaşar. Bu olay  geçmiş dönemlerin yönetici, memurlarının halka bakışını da anlatır.                                                                                Ankara'da öğrenci iken bir okul gezisi sırasında yaşadığı olay, Fikret Otyam'ın eğitim hayatını bambaşka bir yola sokacaktı. Müze gezisinde bir öğrencinin Hitit aslanının ağzına tükürmesi ve öğretmeninin o öğrencinin Fikret Otyam olduğunu sanarak, ‘Pis Anadolulu bunu sen yapmışsındır!’ diye aşağılaması nedeniyle Ankara'dan ve okuldan ayrıldı.”

Kayseri’de öğrenci olduğu dönemde, otobüs durağında tesadüfen tanıştığı Neşet Günal Fikret Otyam’a,  resme duyduğu ilgi nedeniyle, Güzel sanatlar Akademisini önerir. Akademide İbrahim Çallı daha sonra Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun öğrencisi olur. Bu ona yepyeni yollar açılmasını sağlayan önemli karşılaşmalardandır.

Bedri Rahmi, bütün öğrencilerinin dilinde bir efsanedir. Çalışkanlığı, içtenliği, duyarlılığı ile zor bulunur bir sanatçı- öğretmen modelidir.  Yazılar, şiirler yazan, resimde başka yollar denemeyi seven bir sanatçının, ortak ilgileri olan Fikret Otyam’ı etkilememesi düşünülmez sanıyorum. Uzaktan izlediğim, şiirlerini, yazılarını okuduğum, resimlerini gözlerimi dikip anlamaya çalıştığım Bedri Rahmi, beni  bu denli etkilemişken, atölyesindeki Fikret Otyam’ı etkilememesi  düşünülebilir mi hiç?

İşlenecek donanımlarla doğmuş bireyin, karşılaşmaları, çevre olanakları ve daha bir sürü etken çok önemlidir, yaşam çizgisinin oluşumunda. Hele yazmak, resim, müzik gibi sanatsal üretime ilgi, yaratıcılığı tetikleyen etkenlerle , ömür boyu süren bir çabaya dönüşür genellikle.

Kendimden bilirim. Akademide ya da bir başka okulda, sanat alanında eğitim almış  birisi için geçim sağlayacağı alan oldukça  sınırlıdır. Öğretmenlik yapmak, akademisyen olmaya yönelmek,  gazetecilik, fotoğrafçılık, reklam işleri vs. içinde seçim yapmak zorunda  kalırsınız. Her konunun  sığ bakışla  ve çıkarla sulandırıldığı; herkesin ötekileştirilmeye çalışıldığı ülkemizde, sanata, sanatçıya destek sıkıntılıdır. Desteği bir yana bırakın, başınıza gelebilecekler arasında sanatsal üretimi sürdürmek bile zor iştir.

Fikret Otyam da emekli oluncaya dek neredeyse kırk yıl gazetecilik yapar; 1953 yılında Güneydoğu’da gezerek röportajlar yapan Yaşar Kemal’e eşlik eder.  Yaşar Kemalle karşılaşmak, büyük ustanın  çabasına tanıklık az iş değil doğrusu. 1979 yılında gazetecilikten emekli olduktan sonra,  daha çok resim yapmaya başladı.   Onun hayatındaki ayrıntıları herkes  biliyor.

Nakışı, dokuması, boyası, rengi bu kadar güçlü olan bir halkın, iş resme gelince, “Ne anlatıyor?” takıntısı beni her zaman düşündürse de, Fikret Otyam, Anadolu bilgesi, işin bu tarafını kolayca çözdü, çünkü o, her sanatçı gibi kendi yaşantı içeriğinden yola çıkarak yarattı resimlerini. Gezilerinde tanıdığı, yazılarında anlattığı insanları, özellikle de, Anadolu’nun bütün çilesini sırtında taşıyan, iri sürmeli gözlü kadınlarını çizdi. Keçileri çizdi,  çiçekleri çizdi. Çünkü sanatçılık hayata tanıklıktır. Kendisi ve çevresi ile derdi olmayan biri neden resim yapsın,  neden şiir, öykü roman yazsın.   Sanatçılık ne yaparsanız yapın, öncelikle bir dünyayı biçimlendirip, ele güne çıkarmak değil midir?

Fikret Otyam, resim bölümünden sonra, gazeteciliğe başladığında, resim çalışma fırsatı bulamamanın acısını fotoğraflarla  bastırır. Emekli olunca, baskıdan kurtulunca, yeniden yoğunlaşır resim çalışmaları.  Antalya’da Gazipaşa’da Geyikbayırı’nda, keçileri, çiçekleri, ağaçları ile insan ve doğa sevgisinin nesnelleştiği bir dünya yaratır eşiyle. Bu dünya insan ve doğa sevgisi ile dönen bir dünyadır. İnsan sevgisi temelinde de vefa önemli değerdir onun için.  Bir konuşmasında “Vefa, insanlara sevgiyle bağlı kalmaktır. Bakma herkes İstanbul’da semt zanneder Vefa’yı, bozası meşhur. Değildir. Ben de bunu hep anlatırım. Sevgidir. Bazı şeyleri unutmamaktır. Kaç yıl sonra Urfa’dan bir otobüs dolusu çocuk ziyaretime geldiler. Bu vefadır.” İşin sırrı budur bize göre,  resim de şiir de insan için yaratılır, yapılır. Herkes  kendisi için  üretse de, nasılsa, başkalarına  en önemlisi de bütün insanlara kalacaktır. Masamda duran, Stefan Zweig’ın Montaigne’i de böyle söylüyor.

 

Okullarda, sanatı sevdirmek yerine,  şiirden resme kadar  bütün sanat yapıtlarını,  konusu, ana fikri, diyerek tanıtmak, sanat ilgiyi bozdu diye  düşünürüm hep. Keşke sevgiyle, çıkarsız karşılaşsa insanlar,  sanatla ve sanatçıyla. Neşet Günal, Nuri İyem  gibi Fikret Otyam da Anadolu insanının, toprak insanın ve kadınların  portrelerini yapan önemli sanatçılarından biridir  bize göre. Bu ressamların çalışmaları nasıl  yazılıysa aklımda, Yaşar Kemal’in, Fikret Otyam’ın Anadolu’yu karış karış gezerek yazdıkları  da öyle aklımda.

Yazma, resim yapma serüvenimde koşutluklar bulduğum bir usta olarak Fikret Otyam’ı insan yanıyla, sanatçı özellikleriyle anıyorum.
 
                                                                                     Ayvalık  Eylül 2015
 

20 Ekim 2015 Salı

Sanat ve Sanat İçin





                                                                                             

           “gün gün ile barışmalı /  kardeş kardeş duruşmalı /
             koklaşmalı söyleşmeli /korka korka yasamak ne”

           Hasan Hüseyin Kormazgil          

           


Yazıp yazıp siliyorum. Böyle zamanlarda hep elim ayağım dolaşıyor. Ülkemin yüreği yanan insanlarını, bu çatışmaya, bu kıyıma sürükleyenlerin, kana batmış görüntülerini mi  çalışmalı, diyorum.  Sonra da taşeronlar kanda boğulsun; ülkem,  bu dış  tezgahlı oyundan kurtulsun diye cümleler kurup, öyle şaşkın  geziniyorum. Halleşecek,  dertleşecek kimse olmaz bazen. Şiir kitaplarını  açarım, türküler dinlerim. Bir şiirde, bir türküde  derdimizin dermanı, ustaca dilendirilmiştir nasılsa.  

Hayatın güzelliğini ve  geçiciliğini,  insanın  evrenin, dünyanın öylesine doğal bir parçası olduğunu  bu denli güzel anlatan bir şiir bizi düşündürmez mi? Nazım Hikmet’in  “Masalların Masalı”nın tamamını aktarabilseydim keşke.



Su başında durmuşuz./Önce kedi gidecek,/kaybolacak suda sureti./Sonra ben gideceğim,/kaybolacak suda suretim./Sonra çınar gidecek,/kaybolacak suda sureti./Sonra su gidecek/güneş kalacak;/sonra o da gidecek...”(Nazım Hikmet)


Avrupa birliği ülkelerinde gezdiğinizde, kimse size pasaport sormaz; birinden diğerine İzmir den Ankara’ya, İstanbul’dan Diyarbakır’a gider gibi  gidersiniz. Ülkemize kumpas kuranlar, bilmezler mi bunu da, insanları kentleri birbirinden koparmaya çalışırlar.



Her insan bir mucizedir. Dünyaya gelişini düşünün. Yetişmesini. Çevresini, anasını babasını,  sevdiklerini. Nasıl kıyılır bir insana. Acıyı Bal Eyledik’te  neler söylüyor ozan,



 “bak şu bebelerin güzelliğine /kaşı destan /gözü destan /elleri kan içinde” (…)



“hor baktık mi karıncaya /kırdık mı kanadını serçenin /vurduk mu karacanın yavrulusunu /ya nasıl kıyarız insana” (Hasan Hüseyin)



Dünyayı, kirleten de güzelleştiren de insan.   Kendimize sorsak, görkemli uygarlık tarihine bir damla katkı yapacak  çabamız var mı? Dünden söz etmiyorum; şimdi?  Gelişmişliği, yüksek gelir, yeni teknoloji araç kullanmak sayan anlayış öyle yaygınlaştı ki, neredeyse hiç kimsenin kültür sanatla ilgilenesi yok. Eğitimlilerin önemli  bölümü, aydın geçiniyor ama çoğunun, ne şiirden, ne resimden, ne müzikten, ne tiyatrodan haberleri yok. Varsa yoksa kazanmak,  harcamak.  İzmir’in nerdeyse yarısından daha az nüfusa sahip Berlin’de, altmışın üstünde tiyatro, yüzlerce galeri, çok sayıda müze var. Küçücük Zagrep’teki Modern Sanatlar Müzesi’nin bir örneği bizim kentlerimizde de olabilse. Gaziantep’teki Zeugma Mozaik Müzesi’ni  yeni gezdim.  Buluntuların, mozaiklerin sunumu, sunum öncesi  restorasyon  çalışmaları ile gönendim..  Anadolu’da her kent, müze kent olarak izlenebilseydi keşke. Keşke o kentler ranta kurban edilmeseydi de,  kentli olmayı başka biçimde öğrenseydik. Çünkü  kentli olmak,  kalabalık caddelerde gezinmek, sitelerde oturmak, saygısızca araba kullanmak değildir.

Fransız ressam Paul Gauguin'in tablosu 300 milyon dolara satılarak dünya rekoru kırdı

Bir haber: “Fransız ressam Paul Gauguin'in tablosu 300 milyon dolara satılarak dünya rekoru kırdı.”  Kendi sayfamda aşağıdaki  yorumu yaptım, geçenlerde.

"Darısı başımıza; bakalım bizde ne zaman olacak  Derken, düşündüğüm, bizim resimlerimiz bu kadar para edecek mi değildi. Dünya ölçeğinde, yaptıklarımızın ortak kültüre katılmasındaki istekti öncelikle. Çünkü bir ülke, ne denli güçlü ise, sanatçıları da o denli güçlüdür ve diğer insanları o ölçüde etkiler. Giderek daha da küçülecek bir dünyanın kıyısında, her şeyi görüp, sessiz yaşamak kime zor gelmez? Keşke politikacıların da böyle düşleri, beklentileri, programları olsaydı. Keşke toplum olarak bize atılan çalımlara destek vermek yerine, böyle isteklerimiz olsaydı.
Ey, güçlülerin uğruna kurban edilenlerim, kurban bayramınız düşünceli olsun. Dostlukla.” Diyerek  noktalamıştım.

Bayram geçeli haftayı geçti. Bayram sonrası Ayvalık Tasarım Akademisi’nde Atmosfer  Sanat Projeleri kapsamında , “Yıkıcı etkinlik Olarak Sanat” başlıklı bir  konuşma yaptım.  Biz konuşup, biz dinliyoruz  ama  şikayetimiz de yok. İlgilenmeyenlere inat, çalışıyoruz işte. İşte bu  koşullarda,  yazdım bunları.

Hayat böyle, kendi bildiği gibi ilerliyor. Keşke sanat, şiir  ve aşkla yürüse. Sınırların olmadığı bir dünyada, hep barış olsa. Ve insanca yaşamak.
                                                                          Bedri Karayağmurlar

                                                                   www.bedrikarayagmurlar.com


                                                                              İzmir Ekim 2015