30 Ağustos 2007 Perşembe

DEĞİNMELER

DEĞİNMELER Eylül 2007

Bedri KARAYAĞMURLAR

1- Bu yıl kuzey Ege yazılmış yolumuza. Tek tek saymak sıkıcı olur belki ama o yolda ondan fazla uzun yolculuklar yaptım. Haziran ayı içinde, bu yıl atölyemden mezun olan öğrencilerim Ayvalık Kültür Sanat Derneği’nin katkılarıyla Ayvalık’ta sergi açtılar. Sonra Temmuz’da Ege Sanat Rehberi Ayvalık Yağ Fabrikası’nda karma sergi düzenlediler. İkinci kez onlara eşlik için gittim Ayvalık’a . Şimdi üçüncü sefere hazırlanıyorum. 6 Eylül’de “Resmi Anlamak” başlıklı bir konuşmam olacak orada.

Burhaniye İskele’deki “Yağ Fabrikası” galeri olarak çok sıcak. Sanata sanatçıya yakın duranlara bizim de gönlümüz yakınlaşıyor. Çünkü sanat insanlaştırır. Burhaniye Belediyesi’nin katkılarıyla “İz Grubu” sergisi düzenledik fabrikanın ikinci katında. Sergi sonrası, sahil yolundan Ayvalık, Dikili, Çandarlı üzerinden İzmir. Yol üstünde güzel koylar, insanı çağıran güzel köyler ve ne yazık dağı taşı sarmış, zevksiz tek tip ve çirkin yerleşimler gördük. Bir köy evinin sıcaklığı doğallığı, hiçbir mimari özelliği olmayan, hangi beton yapıda vardır.

2- Uluslararası 44. TROİA Festivaline çağrılı olarak katıldım. Çanakkale Belediyesi’nin düzenlediği, küratörlüğünü, Seyhan Boztepe ve Denizhan Özer’in yaptıkları “Sınır Çizgisi” başlıklı etkinlik izlenmesi gereken önemli etkinliklerdendi. Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Japonya, Almanya ve daha bir çok ülkeden kırk dört sanatçı katıldı. Birkaç gün boyunca birlikte olduğumuz sanatçılarla güzel dostluklar oluştu. Oldukça ilginç güzel işler izledim. (Ayrıca özel bir yazıda değinmek isterim.) Bende Çanakkale’nin çok özel bir yeri vardır. İlk gençliğe adım attığım yer Çanakkale. Öğretmen Okulu’nun taş duvarlarında kaldı çocukluğum. Ne zor ve ne güzel günlerdi. Bu nedenle ne zaman daralsam, nefes alamaz olsam, aklıma önce Çanakkale gelir. Ve bir yolunu bulur, kaçar giderim. İlk şiirlerimi orada yazdım. İlk göze gelecek resimlerimi orada yaptım. İlk öykülerimi orada yazdım. İlk kez orada sahneye çıktım. İlk kez aşık oldum. Daha ne olsun. İşte benim için Çanakkale bu. Ve aklım hep oralarda. Kordon’da bir çay içmek, denizin laciverdine dalmak, karşı kıyılarda gezinmek. Gemilerle boğaz boyunca yolculuğa çıkmak.

Arada kısa bir Tekirdağ yolculuğu da var. Trakya toprakları çeker beni. Annem Selanikli babam Silistreli, atalarımın geldiği yerler. Üstelik daha dün olmuş bunlar. Mübadelede. Büyük göçte. Terkirdağ eskisi gibi sevimli gelmedi gözüme. Sanki biraz daha eskimiş. O güzelim sahil, özellikle iskele, liman tarafları çok bakımsız. Yıllar önce gittiğim Rakoczi Müzesi’ne bir kez daha uğradım. Giderseniz Namık Kemal Evi’ne de uğrayın. Her değer korunmalı. Kültür başka türlü birikmez. Güzelim evleri yıkıp beton yapanlar bu eski evlere sıkça uğramalı.

3- Zaman zaman ülkedeki işsizliğin nedeninin benim gibiler olduğunu düşünüyorum. Biraz abartılı gelebilir ama durmadan çalışmak ve elinden gelen neyse hiç geri durmadan el atmak olağan gibi gözükse de, sıkıntılı. Ya birileri üstelerine düşeni yeterince yapmıyorlar ve farkında olmadan alanımızın sınırlarını zorlamak zorunda kalıyoruz ya da bu bir insan özelliğidir. Gerçek olan boş durmuyorum ve sanki boşa çalışıyorum. Şikayet değil ama nedense yaptıklarım beni maddi anlamda rahatlatmıyor. Ne kiracılıktan ne de ekonomik sıkıntıdan kurtulabiliyorum. Hani Aziz Nesin bir yazısında der ya: “Ben ters adamım. Tüccar olunacak ülkede sanatçı, yazar oldum.” Diye. Bu terslik bütün aydınlarımızda mı var? Ya da terslik aydınlarda değil de aydının ne olduğunu bilmeyen, her şeyi ranta dönüştüren kendinden başka kimseye hayrı olmayanlarda mı?

4- Bazen karamsarlaşıyorum. Köylerde tarım bitti. Bütün ülke betona dönüştü. Kıyılar, ormanlar, göller, dereler dağlar yağmalandı. Bir ay sonra kıyılar boşalacak, binlerce konut aylarca boş kalacak. Aralarında yıllarca insan eli değmeyenler var. Nasıl bir yağma, nasıl anlayıştır bu? Hangi gelişmiş ülkede üretmeden yaşamanın yolu var; vergi vermeden, kiradan, arsadan, dağdan tepeden geçinmek var. Rant ve yağma ekonomisinden üretim ekonomisine geçişi amaçlayan kaç siyasi parti var acaba?.. İnsanımızın huyu suyu değişti. Artık rüşvet alıp vermeyi kanıksadı. Çocuğunun tayini, yakınına iş ve daha bilmem hangi günlük çıkarlar uğruna, daha da kötüsü, biraz yakacak, bir öğün yiyecek için geleceğini gözden çıkarıyor artık. Bütün geri kalmış (ya da gelişmekte olan) ülkelerdeki insan davranışları böyle mi acaba? Örneğin Güney Amerika’da, Uzak Asya’da? Umarım her şey güzel olur. Bir sanatçının bunlarla ilgilenmek yerine, tam da havaya uygun işler yapıp teknesini yüzdürmesi daha akılcı değil mi? Bende bir terslik var. Ne piyasaya uygun işler üretiyorum ne de küreselleşmenin suyunda söylemlere destek veriyorum. Bazen karamsarlaşsam da, umudumu hiç yitirmiyorum. Sanat kafa tutmaktır abiler… “Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler.” (Ece Ayhan, “Mor Külhani”) Uyumlu olmak yerine tersleşmek bana daha çok yakışıyor. Ama insana terslenmenin ne anlamı var. Ucuz boşalmaların ne anlamı olur. Üreterek boşalmalı içimdeki devingen güç. Yeni bir diziye başladım:“Terslenmeler

5- Buca Eğitim Fakültesi Uluslararası Görsel Sanatlar Buluşması (İzmir Bienali) Kasım ayında gerçekleşecek. İzlemek isteyenler http://befsanat.blogspot.com sitesini ziyaret edebilirler. Bazı teknik nedenlerle ve ne yazık destek almayı umduğumuz ve alamadığımız bazı kuruluşlarımız nedeniyle, ikinciyi duyurmakta geç kaldık. Kentle ilgili politikalarda kültürden ve sanattan yana olan herkesin (kültür sanat dendiğinde eğlence dünyasını anlamayanların) desteğine ihtiyacımız var. BU kez “Lirik Denge” kavramını değerlendireceğiz. Resim Heykel Müzesi’nin bütün katlarını kullanacağımız etkinliğe yine yerli ve yabancı çok sayıda sanatçı katılacak.

İzmir gittikçe hareketlenecek, bir süre sonra başlayacak olan “Portİzmir” ve en son Aralık ayında Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek olan dostum Mümtaz Sağlam ile birlikte yönetmenliği üstelendiğimiz “Egeart Sanat Günleri” ile 2007 bitecek.

6- Şimdi yeniden hayatı savunmak için en derinden aşkı duyup, kolları sıvayıp, şiir tadında ve öfkeli, dumanı tepesinden tüten, sözü açık, bağrı yanık Anadolu dağları gibi tenha ve üşümüş iç denizlerimin resimlerini ısıtmaya başlayacağım.

Söz özü olanda anlamlıdır deyip yoğuracağım boyaları. Bilinmez bir denize doğru kulaç atıp, sevinçle çıkmaya çalışacağım karşı kıyıya. Bunca yorgunluktan sonra elde ne kalacağının merakından büyük merak olur mu? Yani bildiğin ve durmadan değişen delişmen bir sevgiliyi, neresi olduğunu bilmediğin bir durakta beklemek gibi bir şey, işte bu resim yapmak benim için.

Yeni dönemde daha sık görüşeceğiz. Şimdi çalışmam gerek, 28 Eylül’de Pera’da sergim var. Bütün dostları beklerim.

Yorumbilgisi

Estetik Hermeneutik (Yorumbilgisi) de

Yaratıcı Etkinlik Olarak Oyun ve İletişim

Doç. Dr. Bedri Karayağmurlar

Felsefe de sanat da pratik yaşama yansıdıkları sürece anlam taşırlar. Başlangıçta felsefenin bir alanı olarak gördüğümüz yorumbilgisi daha sonra tarih din hukuk ve sanat alanında da özelleşerek varlığını sürdürür.

Bizim gibi eleştiri ve yorumun gelişmediği ülkelerde yoyum ve yaratma kavramlarının içini doldurmaya çalışmakta yarar var.Binlerce yıldır, hem doğuda hem de batıda din kitapları bazı açıklayıcılar tarafından yeniden yorumlandırılarak ve anlamlandırılarak bu işlev olumlu olumsuz etkiler yapacak biçimde gerçekleştirilir. Çevresini kendisini ve geçmiş kaynakları yorumlama şansı olmayan insanlar yerine birileri kendi çıkarları doğrultusunda açıklama işlevini üstlenirler. Bu nedenle tarih ve din kitapları geçmişin anlaşılmasından çok bazılarının toplumu keyfi biçimde yönlendirmelerinin aracına dönüşürler. Mealen yapılan Kuran çevirilerinde çevirmenlerin bir çok konuda tartışmaları da bunu gösterir bize. Kendi inancının kaynaklarını bilmeyen bir topluma isteyen üç vakit isteyen beş vakit namaz kıldırır. İsteyen kadınları çarşaflara sarar isteyen dünyayı öbür dünya beklentisini öne çıkararak zindan eder.

Ahmet İnam, “Neden bu hale geldik? Anlam veremez olduk olup bitene. Kendimize, yorum gücüne gereksinmemiz var “ diyor bir yazısında. Dünle kurulan bağın doğru olması , geçmişi bugünün penceresinden anlayarak, geleceğe yönelmeyi öneren Gadamer’in yaklaşımı, tarihi o günün yaşantısıyla anlamlandırmayı ve buna ilişkin yasallıklar oluşturmayı öneren Dilthey yaklaşımı ya da Modern Postmodern tartışmalarda değişimin ve yeni olanın değişimi ve yeni olanı anlamsız kıldığı yolundaki saptamalarıyla, geçmişle kurulan bağın korunması yolundaki önerileriyle Habermas’ın ve son dönem Anglo Amerikan yorumbigisi uzmanı Hirsch’in yeni önermeleriyle yorumbilgisi Klasik yunan felsefesinden kaynaklarını alan insanın çevresini ve kendisini geçmiş ve şimdi ilişkisi içinde kavramaya çalışan bir etkinlik olarak değerlendirebiliriz.

Gadamer yorumbilsini şöyle tanımlıyor.“Tanrıları habercisi /mesajcısıs/elçisis Hermes tanrıların mesajlarını ölümlülere iletir.ne var ki onun bildikleri hiç de tanrıların mesajlarının dümdüz aktarımı değildir; tanrısal buyrukların birer açıklamasıdır. Öyle ki hermes bunları ölümlülerin diline , onların anlayabilecekleri şekilde çevirir, Hermeneutik etkinliği daima bir başka ‘dünya’ya ait bir anlam anlamını o an içinde yaşanılan dünyaya aktarma/çevirme etkinliği olmuştur.”( Gadamer s.11)[1]

Platon Devlet’inde , Yönetimin iradesinin açıklanmasında Aristotales Organon’da olumlu –olumsuz yargıların değerlendirilmesinde birer hermenios (açıklayıcı/çevirirci) olarak işlev görürüler.

1654 yılında J. Daunhauser “Hermeneutik” adını taşıyan ilk kitabı yazar. Burada dört değişik hermeneutikten söz eder. 1-dinbilimsel.2- dilbilimsel. 3-hukuk yönelimli. 4- felsefi hermeneutik. Spinoza da 1670 tarihli “Traktat” adlı çalışmasında dini ve politik hhermeneutiğin güzel bir örneğini verir. 19. yy. la gelindiğinde Schleiermacher, hermeneutiği “evrensel bir anlama ve açıklama öğretisis haline getirmeyi denemiş ve onu dogmatik ve vesileci yönlerinden çözmeye gayret etmiştir.” (Gadamer.s.14) Bu yaklaşımla metin kaynaklı yorumları dilbilimsel yorum sınırlarından uzaklaştırarak, insanların anlaşmaları temelinde yeni bir kimlik kazandırmayı denedi. Bu da hermeneutik’e yeni psikolojik yorum yollarını açtı. Böylece yorumbilgisi bir anlama ve açıklama etkinliğine dönüştü. Dilthey’de bu yaklaşıma yaşantı merkezli yorumlama anlayışını yerleştirdi. Dilthey’in tarih yorumlarında gerçekleşen bu yaklaşım. Geçmişle kurulan ilişkide yaşantının anlaşılması ve tarihsel yasallıklar bulunması Dilthey , Husserl ‘ın psikolojizm eleştirisinden, Hegeli’in “nesnel tin” kuramına dönerek kendi kuramını oluşturmuştur. Daha sonra Gadamer’i de etkileyen varoluşçuluğun kurucusu sayılan Heidegger’in “varlık ve zaman” “ “varoluş” (Dasein) çalışmaları ile hermeneutik’e yeni anlama ve bilinç içeriği kazandırır.

Konunun düşünce adamlarını nasıl ilgilendirdiğini , dinsel ya da tarihsel metinler kadar bir sanat yapıtının nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki çabaları dikkate alındığında Batı düşünce tarihinin gelişim nedenleri de anlaşılabilir.

Biz Burada Gadamer Estetik’inde önemli iki kavram oyun ve iletişim üzerinde durmak istiyoruz: Kant esteiği ,ile başlayan esteik yargıları sorgulayan Gadamer, daha önce Schiller ve Heideger felsefelerinde gördüğümüz oyun kavramını kullanarak sanatı anlamayı dener. Kant’ın özneyi nesneden soyutlayarak, güzel konusunda ileri sürdüğü yargı , zihinsel güçlerin içlerindei oyun ereğinden kaynaklanan özgürlük duygusundan başka hiçbir ölçütü yoktur Doğadaki ve sanattaki güzel aynı a priori ilkeye sahiptirler. Oysa Gadamer sanatı oyunu fenomenoloji içinde değerlendirir. “Sanat tüm gerçekliğini oyunda gösterir.” (A. Ergüden s.62)

1- Oyuncu kendi başkalığından vazgeçerek oyunun bir parçası olur.

2- Oyuncu olmadan oyun oynanamaz. Her oyun bir tekrar değil bir yeniden temsidir.

Birlikte değerlendirildiğinde , her oyun belli bir zamansallığa sahiptir. Bu da sonlu sonsuzluktur. Bu her türlü etkiyi ve değişkenleri içinde taşımak demektir.

“İnsandaki oyun olgusu sanatta gerçek yetkinliğini bulur. Bu yetkinlik(perfectio) oyunun kendine özgü bir yapıya sahip olmasıdır.” Gadamer Ben-Sen . s. 99 Aktaran Ergüden) sanat oyun olgusunun idealidir. Estetik deneyim onu yaşayan özneyi de değiştirir. Bu etkinlikler yer ve zamanla sınırlıdır. Kendini yeniden gösterme bir sanat yapıtının varlık nedenidir. Sanatsal etkinlik nesne ve öznenin içinde eridikleri bir oyun fenomenidir.

Gadamer estetik deneyimi ikinci olarak iletişim kavramıyla açıklar. Bir sanat yapıtını anlaşılması estetik özneyle sanat yapıtı arasında kurulan bir iletişim süreciyle olasıdır. İletişim üç biçimde karşımıza çıkar.

1- En alt düzeyde ben’in seni basmakalıp yargılarla değerlendirmesidir. ben kategorize eder. Kendisi etkinliğin dışında kalmaya çalışır. Bu ilişkiler toplum da yaygın olarak, iş ve diğer resmi davranışlarda da karşımıza çıkar. Kartezyen düşünden kaynaklanan Pozitivizm adı altında sunulan doğru bilgi bilim anlayışı da bu grup içinde ele alınabilir. İdealleştirilmiş bilgi.

2- Sen ve ben özerk özneler olarak değerlendirilir. ikisi farklıdır. Burada ben ya da sen hakimiyet amacıyla iletişim kurarlar. Otoriter öğrenci öğretmen ilşkisis tipik karı koca ilşikisi fakire yardım bu iletişim modeli içinde gerçekleşir. Dilthey kaynaklı bu yaklaşımda sanat eseri kendi tarihselliği içine hapsedilir. Değerlendiren son sözü söyleyen modundadır.

3- benin senle birlikte değişmesine olanak tanınır. iletişim ön yargılardan ve sınırlamalardan kurtulur. dinleme ve ifadeye olanak verme öne geçer. ortak anlam alanları aranır. geçmişten gelen sanat eseri her birirmiz için yalnızca bizim için bir şey söyler. Bunu kendimiz ve başkalrı için anlaşılır kılmak asıl etnlik amacıdır. Bu bir hermeneutik etkinliktir. Bu anlamda estetik tarihsel süreç içinde sanat yapıtlarıyla oluşturulan iletişimdir. sanat eserleri sürekli değişen tarihsel kültürel süreçte algılanırlar.

Bu yaklaşımla sanat yapma etkinlikleri de bir yorumlanma etkinliği olarak değerlendirilebilir. sanatçı doğayla ve kendisiyle kurduğu ilişkiyi , kendisi ve başkaları için açıklama girişiminde bulunan ve bunu kendi kültürel değerleriyle ,ilişkide olduğu yapının konumu arasında iletişim olanaklarını bulan kişidir. Duchamp’ın Obje-trouve R. Mutt imzalı pisuvarı.

Robert Roschemberg’in silinti resimleri

Yves Klein’in boş galerisi

Walter de Maria’nın New York ta bir galeriyi toprakla doldurmasını ve Kassel de bir çukur açmasını

Con Cage ‘in sessiz konserini

Picasso’nun Delacroix’dan Velasquez’den Poussin ‘den Ingres’den yorum kopyalar yapmasını örnekleyebiliriz.

Dali’nin Las Meninas yorumu ile Picasso’nun yorumu incelenmeli.

Yorumlamak yaratmaktır.

İzmir 2003



[1] H.-G. Gadamer “Hermeneutik” Çev: Doğan Özlem, Hermeneutik(Yorumbilgisi) Üzerine yazılar, Ark Yayınevi, 1995 Ankara

RESİMDE ANLAM SORUNU

RESİMDE ANLAM SORUNU

Bedri KARAYAĞMURLAR

Her resmin bir anlamı olduğunu herkes benimser. İlk bakışta hiçbir anlamı yok gibi gözüken Malleviç’in ‘’Siyah Karesi’’ bile içe ve dışa ait ne varsa dışlıyormuş gibi görünmesine karşın anlamlı bir bütündür. Öyleyse resimden anlamak , resimde anlamın ne olduğunu anlamakla da ilgilidir biraz da.

Resimlerin anlamlandırılmasında sıkça düşülen yanılgı konuyla anlamın karıştırılmasında ortaya çıkar. Sanatta tarihinde bilindiği gibi , konusu aynı olan yüzlerce resim vardır. Eğer konu anlam olsaydı, değişik sanatçıların değişik dönemlerde yaptıkları yapıtların hepsinin bizde aynı etkiyi ya da aynı duyumu oluşturmaları gerekirdi. Bu da olsa olsa sanatı tatsız bir tekrara dönüştürürdü. Tarihsel süreç içinde konular değiştiği gibi , o konulara yüklenen anlamlar da değişir. bir yapıtta anlamı etkileyen dört etkenden söz edebiliriz. 1- Toplum, 2- Sanatçı, 3- Yapıt, 4- İzleyicidir.


SANATÇI -------------- YAPIT--------------İZLEYİCİ

T O P L U M

Bir yapıtın anlamlandırılmasında gördüğümüz bu değişik yapılar, sanatın tarihsel ve toplumsal nitelikleri ve yaratılmasındaki bireysellik dikkate alındığında , bir çok anlamlılıkla karşı karşıya kaldığımızı düşünebiliriz.

Sanat yapıtlarının anlamının değişik dönemlere, kültürlere ve bireylere göre değişeceğini söylediğimizde , yapıtın anlamının durmadan değişeceğini ileri sürdüğümüz sanılmamalı . Çünkü her yapıt sanatçının yarattığı biçimlerle ve bu biçimlerin taşıdığı tekil,bunların karşılıklı ilişkileriyle oluşan tümel bir anlam taşıyan anlamlı yaratılardır.Bu niteliğiyle her sanat yapıtı ancak kendi biçimiyle örtüşen bir anlam aralığına sahiptir.Her yapıt sanatçının yaratıları içinde ve yaratıldığı dönemde tek olan özgün bir bütündür. Öyleyse resimlerin anlamlandırılmasında anlamın biçim, konu, içerik, öz, kavramlarıyla ilişkisinin bilinmesi gerekmektedir.

‘’Her yapıt kendisini başkaları için önemli ve anlaşılır kılan bir takım nesnel öğelerle , yani bir takım bilgilerle ve görüşlerle doludur. Buna göre her yapıt, içinde piştiği ortamın bir yansıtıcısı, hatta bir açıklayıcısıdır, böyle olmakla toplumsal-tarihsel bir değer ortaya koyar.Bir yapıtın öznel özellikleri bir çağın ya da bir ortamın bir takım nesnel özelliklerini kendilerinde barındırırlar.’’1

Konu anlamın oluşmasında sanatçının seçimi açısından önem taşır. Her yapıtın yaratılma , yapılma gerekçesi vardır. Bu sanatçının yaratma isteğiyle açıklayabileceğimiz bir şeydir ama, o konunun neden seçildiği , hangi etkenlerin yaratı sürecini etkilediği de oldukça önemlidir. Bu açıdan bakıldığında konu sanatçının yaratma bahanesidir. Konu bazı yapıtlarda özle ve içerikle bütünleşerek çok önemli duruma gelebilir.

‘’Konu ancak sanatçının tutumuyla öz aşamasına yükselebilir, çünkü öz yalnız neyin sunulduğu değil, nasıl sunulduğu, nasıl bir ortamda, ne derecede toplumsal ve bireysel bir duyarlılıkla sunulduğu demektir.’’2

Örneğin Van Gogh’un bütün resimlerinde , konu ne olursa olsun, hırçın patlamaya hazır bir öz görürüz. Bu sanatçının dünyayla beni arasındaki ilişkisinin dışa vurumudur.Bu nedenle onun manzaraları manzara resmi yapan diğer sanatçılardan konu birliğine karşın belirgin biçimde ayrılır. Çünkü Fischer’in de vurguladığı gibi neyin anlatıldığı değil , nasıl anlatıldığıdır önemli olan.Salt bu nedenle, yapıtın konusu anlamı oluşturmaz.

Anlam sanatçının biçimlerinin içine sinen, o biçimlerin gizli ya da açık kod değerleriyle ilişkilidir. Her toplumun her dönemin biçimlerin anlamlandırılmasına ilişkin yargıları vardır. Bu bilinen anlamlar yapıt içinde doğal anlam düzeyinde, tarihsel ve toplumsal nitelikleriyle algılanabilir. Burada bizi ilgilendiren ,sanatçının bu biçimlere yüklediği anlamın niteliği ile ilgidir.Çünkü biçim yaratma , salt biçim oluşturmak değil aynı zamanda bu biçimleri yeni anlamlar kazanacak biçimde yeniden yaratmaktır. Eğretilemeler oluşturmaktır.Bizi sanatsal yaratma açısından ilgilendiren biçimin taşıdığı anlamdan çok , biçimin öznelliği ve özgünlüğüdür.

‘’Gerçi eserde tek tek anlamlar gösterseldir fakat eserin tüm anlamı, bütünün anlamıdır ve bütünden ayrı olarak dile getirilemez. Göstersel olan önermeler eserin bağlamı içinde göstersel olmaktan çıkar ve yansımalı (reflexive) hale gelirler, çünkü bağlam bunları büker, değiştirir, nitelendirir (qualify). Şöyle de söyleyebiliriz:sanat eseri öyle bir yapıdır ki, bunu meydana getiren lengüistik malzemenin kendi iç ilintileri, eserin başka şekilde dile getirilemeyecek bir anlam kazanmasını sağlar.Eserin içindeki atomik mahiyetteki göstersel anlamlar, eserin bağlamı içinde karşılıklı etkiler ve ilintilerle öylesine yoğrulur ki artık eserin anlamı atomik anlamların toplamına eşit olmaktan çıkar. Bütünün kendine özgü anlamı ancak eserin karmaşık yapısı ile dile gelebilir.’’3

Sanat biçim yaratmaktır. Yaratılan biçimler sanatçının yaşadığı tarihsel döneme, toplumsal yapıya ve sanatçının bunların içinde biçimlenen kişiliği ile ilgili değerler taşır. Yapıtın içeriği daha çok toplumsal açıdan insani olanlarla ilgilidir. Manzara resmiyle örneklediğimiz, öz ve anlam ayrılığını yine içerik , konu ayrılığında da görürüz. Aynı konuda değişik dönemlerde yapılan resimlerde içerik farklılığı, resmin yapıldığı dönemdeki toplumsal yargılarla sanatçının kurduğu ilişkidir içerik. Bu resmin içindeki göstergelerin içerdikleri insanileşmiş olan görüngülerin bütünüdür. İçerik yapıtın yaratıldığı dönem ve sonrasında ortaya çıkan yargılardan biri ya da bir kaçıdır. Oysa anlam, daha önce sözünü ettiğimiz dört ayrı kategoride değişim gösteren yapıtın biçimi ile içeriği ile ilintili özel nitelikleri bulunan bu nedenle de ortaya çıkarılması çaba gerektiren, resimdeki biçimlerin çağrışımlarıyla oluşan düşünce ve imgelerin tümüdür.Bu nedenle bir resmin temelde üç anlamı olduğunu bu anlamların , anlamlandırma eyleminin yapıldığı toplumsal yapı ile ilintili olduğunu ileri sürebiliriz. Bu anlamlar her zaman örtüşmeyebilir. Sanatın biçim yanındaki çekicilik kadar anlamlandırma sürecindeki yansımalar da bizi daha insan kılan sanata özgü çekiciliği oluşturur.

Sanat yapıtını değişik açılardan ele alan yaklaşımlar, anlam konusuna da kendilerince yer verirler.

Burada özellikle Gombrich’i ele aldık ,

‘’Gombrich’e göre anlam olgusu , kolay kavranamaz, değişik nitelikler barındıran hayli karmaşık bir yapı sunar.Bu durumda bir sanat yapıtının anlamı konusunda ne söylenebilir? (...) Ona göre hemen her yapıt için , belli anlam katmanları söz konusudur.Bunları ilki betimsel anlamdır (representational meaning). Bu aşamada yorum çok genel bir değerlendirmenin ötesine taşınamaz. Bu anlamı daha sonra bir başka düzeyde sorgulamaya başlarız.Bu aşamada, ilk baştaki genel yargılardan kurtulmak için , yapıtın kaynaklandığı yazılı bir metin ya da başvuru noktası bulmak gerekecektir.Ne var ki , sorun bununla da bitmez.Çünkü bir kaynak ya da başvuru noktası, sayısız yollarla, çeşitli biçimlerle dile gelebilir.Kaldı ki, bir metnin görselleştirilmesinin tek yolunun elimizdeki yapıt olmayabileceğini de kabul etmek gerekir.Üçüncü aşama ise eldeki yapıt için simgesel başvuru noktalarının belirlendiği yorumlama katmanıdır. Bu aşamada bütün sezdirme ve anıştırmaları(implicatios and allusions) dikkate alarak yapıtın bağlı olduğu anlamsal dizgeyi çözümleriz.Hepsinin ötesinde , yapıtın gerçekleştirildiği dönemin toplumsal ve tarihsel koşulları, daha sonra araştırmacı için (olası) değişik anlam boyutlarının saptanmasında göz önüne alınması gereken olgulardır.Giderek bir sanat yapıtı için özellikle belli dönemlerde ( savaş ve baskı yılları gibi) code (düzgü) da oluşturulmuş olabilir. Çözümleme aşamasında kimi zaman bunların da dikkate alınması gerekebilir.’’4

Yapıtın anlamlandırılması ve yorumlanması, yapıtın içinde bulunan kodların, değişik etkenlerle oluşturdukları çağrışımları ve bunların ilişkilerinden çıkacak bütünsel düşünce ve imgeleri yakalamak sabırlı ve özel bir çabayı gerektirdiği açıkça ortada . Sanat yapıtını anlamak, ondan haz duymakla başlayan özel bir çabadır.




1-Afşar Timuçin , Estetik, Süreç Yay. 1987 İstanbul, s.29

2-Ernest Fischer Sanatın Gerekliliği , Çev:Cevat Çapan, Konuk Yay. İstanbul 1974, s.185

3- Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yay. İstanbul 1978 s. 203

4- Uşun Tükel, ‘’E.H. Gombrich: Yaşamı ve Yapıtı’’ (E.H. Gombrich, Resimde Anlam Sorunu, Haz : Uşun Tükel ) ,Kabalcı Yayınevi,1995 İstanbul, s.29

29 Ağustos 2007 Çarşamba

SANATTA KAVRAM

SANATTA KAVRAM ,

SANATIN KAVRAMSALLAŞMASI

VE BİR BİENAL GİRİŞİMİ

Doç.Dr. Bedri KARAYAĞMURLAR*

Konu üç alt başlık altında değerlendirilecektir. Yirminci Yüzyılda hızlanmaya başlayan değişimin ivmesi giderek artmaktadır. Hızlı değişim yaşama biçimlerini, toplum yapılarını, toplumlararası ilişkileri de değiştirmektedir. Bu oluşumun her alanda yeni yapılanmalara ve yeni görünümlere yol açacağı açıkça ortadadır. Sanal bir dünyada giderek yalnızlaşan insanlar, neyin gerçek neyin yanılsama olduğunu karıştırmaya başladılar. Karışan sadece gerçek ve yanılsaması değil, insanın kendini var edişindeki temel alanlar da karışmaya başladı. Büyük Abi** her şeyi denetlemekte ve hayatımızın anlamı açısından önem verdiğimiz değerleri canı istediği gibi değiştirmekte kararlı. Bütün dünya neredeyse tek tip giyinip, aynı filmlerle ,dizilerle oyalanmakta, aynı müziklerle kendinden geçmektedir. Popüler kültür çılgınlığı bütün alanları sardı. Postmodern bir yaşamdan söz etmemiz gerekir mi bilemem ama şu bir gerçek elimizden kayan değerlerin yerine konulanlar bizi henüz mutlu etmiyor.

Bize sunulanları sunulduğu gibi almak ve kullanmak davranışının yaygınlaşmasına duyulan tepkiyle gerçekleştirilmiş bir etkinlik ve bu etkinlik ekseninde günümüz sanatı tartışılmaya çalışılacaktır.

Sanatta Kavram

Acaba içinde kavram olmayan her hangi bir sanat yapıtı var mıdır? Sanatçı kavramlar olmadan yapıtlarını gerçekleştirebilir mi? Bu sorulara “hayır” demek zorundayız. Çünkü kavramak duyumsamak algılamak kavramlarını da içine alan kaplayıcı bir niteliğe sahipse, her kavrama etkinliğinin içinde duyumsayan ve algılayan birinden söz ediyoruz demektir. Duyumları fizyolojik, duyumsamaları psikolojik özellikleriyle tanımlarsak, biliriz ki algılamak her ikisini de içren psiko-fizyolojik bir etkinliktir. Kavramak, idrak etmek bilincine varmak . Çok boyutlu algılamak ve bu algıları birleştirmek. Tikelleri kapsayan tümelin adı olarak tanımlayabilir miyiz kavramı?. Bu anlamda kavram, bizim şeyler hakkında oluşturduğumuz düşüncenin adı, yani zihinsel bir etkinlik midir sadece? Şöyle de sorabiliriz : Gerçeklikle ilgisi nedir? Örneğin uzay kavramı, bizim içerdiklerini bidiğimiz bir tümel yapının adıdır. Bu anlamda uzayla bizim aracılığımızla kurulmuş bir ilgisi vardır uzay kavramının. Biz olmasaydık uzay bir gerçeklik olarak yine var olacaktı ama uzay kavramı olmayacaktı. Eğer bize bağlı olmadan kavramlar var olmayı başarabilseydi bu durumda bütün tümellerin adı bütün dillerde aynı olurdu. Öyleyse bu aynı zamanda dilsel bir durumdur. Farklı dillerde birbirini karşılayan sözcüklerin varlığı, insanların aynı yaşamsal - zihinsel süreçlerden geçerek dünyayla ve kendileriyle ilişki kurduklarını da gösterir. O zaman nedir bu süreçler? Etkiler- tepkiler- etkinlikler- işlevler- biçimler ve sonuçta kavramlar. Bir varlığın bizdeki etkisi, bizim ona gösterdiğimiz tepki ve bu nedenle gerçekleştirdiğimiz eylemler. Eylemlerin sonucunda gerçekleşmesini beklediklerimiz, yani işlevler. Bu işlevlerle ilgili oluşturduğumuz şeyler yani biçimler ve bütün bunları içeren şey kavram - kavramlar. Bu sıralama biraz Aristotales’in “Erek Tasarımı”na (Maddesel neden - Etkin neden – Biçimsel neden – Ereksel neden) benzediği düşünülebilir. Her oluşun bir nedeni vardır. (aition) Her kavramın da bir oluş nedeni vardır. Olayları ve olguları nedensiz var oluşla açıklamak bütün tartışmaları bitirir. O zaman bu yazıyı yazmak ve burada olmak da bizim bilincimizin dışında gerçekleştiği için anlamsızdır.

Kavramlar insanın üst düzey soyutlama becerisinin sonunda gerçekleşir. Gerçekte sanat bu yapısıyla dünden bugüne soyut ve kavramsal niteliktedir. Çünkü insanın kendisi ve çevresiyle kurduğu ilişkilerin soyutlamasına dayanır. Soyut sanat, sanatın içinde yer alan, imgelerin ilgilerinden koparılmasıyla gerçekleşen anlatımın adıdır. Peki kavramsal sanatı nereye yerleştirmemiz gerekiyor. Soyut sanat tanınır imgeleri iptal ederken kavramsal sanat nelerin iptaliyle varlık kazanmaya çalışıyor. Başka biçimde düşündüğümüzde sanat, yeni durumların biçimlenmesidir. İnsanların geldiği her yeni durum sanatta da yansımasını bulur. Bu belki de krizlerin biçimlenmesidir. Gerçekte yeni durumun eski olanaklarla anlatılamayacak olmasından kaynaklanan bir biçimleniş söz konusudur. Her ilerleme geçmişin reddine dayanan ancak gelişme olarak geçmişe eklemlenen bir süreçler bütünüdür.

Sorun hangi dönemin hangi sanatı yarattığı değil, bugün geldiğimiz noktada neyin sanat başlığı içinde yer almaya hak kazanacağı. İlginç bir görüntüyle karşı karşıyayız. Daha önce yaşanan dönemlerden kalan yapıtların sanat olama olasılığı, içinden çıktığı toplumları temsildeki yetkinliğinin yanı sıra, aynı zamanda o dönemde anlaşılmamasına ve tepki görmesine de borçlu değil mi? Çünkü anlaşılmamak ve tepki bir gelecek habercisidir. Bugün tüketilenin yarınla ilgili bir derdi yoktur. Çünkü sanat yeni yaratılan değerleri biçimlendirirken bu değerleri oluşturan toplumlar, onların ne anlama geldiğini ancak bir sonraki dönemde sindirip kendilerine dönüştürürler.

Postmodern bir oluşumdan söz etmek ve aynı anda her nasılsa Postmodern ifadeyi bir buluş ve yenilik olarak alkışlamak daha önce yaşanmayan bir oluşumu da gösteriyor. Ya postmodernite bir varsayım ya da yalnızca bir savdır ve modern her şeyiyle sürmektedir ve bu nedenle postmodern olarak algılanan bütün anlatılar modern içinde ve anlaşılır düzeyde varlıklarını sürdürmektedir. Sadece anlaşılmayan bir şey var. Biraz snop biraz dandy bir tavırla önümüze konulan her nesneye sanat dedirtilmeye çalışılması acaba neyle ilgili bir durum? Bunu sanat içinde mi değerlendirmeliyiz; yoksa birilerinin kafamızı fena halde karıştırmasını başka nedenleriyle açıklayıp, sanat dışı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu mu ileri sürmeliyiz? Yoksa seçkinler sınıfı beceriksiz ve yeteneksiz çocuklarına can sıkıntısına iyi gelecek bir alanda (Sanat nasılsa harcıalem. Bilimle felsefeyle uğraşamazlar ya. Canı sıkılan bir yolunu bulup sanatçı oluyor.) onlara yer açmaya mı çalışılıyor. Felsefenin fe’siyle ilgilenmemiş insanlar nasıl oluyor da postmodern bir dünyada kavramsal işler yapar duruma geliyorlar.

Bu soruları sormamızdaki temel amaç sanatın gerçekten kavramsal bir yapıya dönüşüp dönüşmediğini anlamaya çalışmak. Kavramları kullanmayan bir alandan söz etmek olanaksız. Ancak bu kavramları tartışmak öncelikle felsefenin işi. Nasıl felsefe tikellerle uğraşmaya başladığında kendi alanının dışına çıkıyorsa, diğer alanlar da tümelleri çalışma alanı olarak belirlediğinde sığlaşmaktan kurtulamaz. Oruç Oruoba. “Felsefesiz şiir olmaz ama şiirle de felsefe yapılmaz “ diyor. Şiirde olmayan görsel sanatlarda nasıl gerçekleşiyor acaba?

Kavramsal Sanat Üzerine Düşünceler

Sanatın bugün geldiği yer, sanatçılar olarak bizim de üzerinde önemle durmamız gereken ilginç bir görüntü ve bir işleyiş sergiliyor. Duchamp’tan bugüne biçimlendirme ile ilgili bütün sınırların yıkıldığı apaçık ortada. Görünenin gösterilmesine, diğer bir deyişle temsiline dayalı anlatımlar çoktan tarihe karıştı. Bizde durum farklıymış gibi algılansa da, bu saptamanın gerçekliğine gölge düşürecek nitelikte değil. Öyleyse yeni sanatsal çalışmalara ve onların sunuluşlarına kafa yormak zorundayız. Bu bizim çalışmalarımıza, etkinliklerimize ve uyguladığımız eğitime de yansıyacak. Biz dışarıda kalmaya çalışsak bile başarma şansımız yok. Ancak bu hızla gelişen yeni yapının neresinde durmamız gerekiyor. Anlamak zorundayız.

Daha önce sanatın yeni yapılanmasıyla ilgili Benjamin’de, Derida’da, Baudriard’da, Lyotard’da okuduklarımız, onların öncesindeki düşünürlerden öğrendiklerimiz bizi çok etkiledi. Simulasyon ve Simulark kavramları ya da sanat yapıtının çoğaltılabilirliği konusu ve tabi ki Postmodernizm’le ilgili saptamalar bizi kendimizle hesaplaşmaya yöneltti. Daha modern olamadan Postmodern yapıtlar üretilebilir mi? Sanayi toplumu olmadan bilişim teknolojisiyle tanıştık, ama bu konudaki dönüşümü kaçırdık; şimdi biyoteknolojilerden söz ediliyor ve galiba bunu da kaçıracağız. Biz gelişmelere gerekli tepkiyi vermesek de uluslararası gelişmeler bütün hızıyla sürüyor ve biz kaçırmaya devam ediyoruz. Karmaşık gelişme ve yapılanmaları yalnızca onaylayarak ya da kullanmaya çalışarak gerekli dönüşümleri gerçekleştirme şansımızın olamayacağı çok açık.

Uluslararası sermayenin devletler üstü konumda her şeyin belirleyicisi olmasıyla yaşananlar bizi ilginç bir paradoksa sürüklüyor. Ulus devletler tartışmaya açılıyor. Bir yandan güçlü devletler birliği kurulmaya, ancak bu kuruluşa katılan devletler kendi ulusal değerlerini olabildiğince savunmaya çalışırken; üçüncü dünya ülkelerine bölünmeleri için öneriler yapılıyor. Örneğin Kıbrıs için iki devletlilik sorun olarak gözükürken, Orta Doğu küçük devletlere bölünmeye çalışılıyor. Sosyal devlet ortadan kaldırılarak devlet vatandaş bağı zayıflatılıyor. İnsanların olanaklarını tartışmak yerine kağıt üzerinde özgürlükler genişletiliyor. Bir yanı yanan yıkılan bir yanı açlıktan kırılan dünyada, gelecek kaygısı ortadan kalkmış insanlar başka bir dünyadan gelmiş gibi yalnızca kendileriyle sınırlı cinsel özgürlüklerini abartılı biçimde dışlaştırıyorlar. Bütün bunlara kendi adıma karşı değilim ancak özgürlüğün nesnel zemini yok edilerek temel sorunların tartışma dışına itildiğini izliyoruz. Bütün iletişim araçları ile yönlendirilen insanlar artık günlük sorunlardan uzaklaşarak sanal bir gerçekliğe itiliyorlar. Ama biz aynı dünyada yaşıyoruz. İşsizlik, mültecilik, etnik çatışmalar, inanç kışkırtıcılığı, enerji savaşları, açlık da bu dünyada değil mi? Bütün bunlar da görüntüde özgürlük ve demokrasi adına yaşanıyor. Sanatçı çağının sorunlarına duyarlıdır. Sanatın yeni yapılanmasında izlediklerimizin içinde “Guernica” da yok mu? Şimdi sanatçı kendisinden vazgeçip filozof olmaya mı başladı? Bu biraz da sorunları görmezden gelmeye çalışmanın meşrulaştırılması değil mi acaba. Belki de Kavramsal Sanat sadece bir dil oyunudur.

Dünyanın hangi eksene oturacağı daha çok tartışılacak.

Bu açıdan bakılınca yalnızca bir durum saptaması yapmak ve olana katılmak yerine düşünmek zorundayız.

Yeni güç odaklarının oluşmasının arifesinde, sermayenin bütün alanları yönlendirme çabası her alanı olduğu gibi bilimi de, sanatı da etkiliyor. Örneğin bilimsel bilginin yapısı tartışılıyor. Bilimsel bilginin bir tür tabuya dönüştüğünden söz ediliyor.(Jean-François Lyotard- Zygmut Bauman- Paul Feyerabend) Oysa burada bilim adına oluşturulan, bilimsel dendiğinde bütün akan suları durduran söylemi yaratanlar, öte yandan bilim dışı bütün tavırlara destek vererek dünya dışı bir bakış için de yeşil ışık yakıyorlar. Geniş kitleleri öyle ya da böyle denetlemenin söylemleri geliştiriliyor. Bilimin yol göstericiliğinde ve onun bulgularının benimsenmesiyle oluşacak bir dünyada sanatın tinin doyurulmasının temel aracı olması ütopya gibi görünüyor. Çünkü çıkarlar söz konusu oldukça, bilim bir düşünme biçimi değil, nesnelliği ele geçirme ve yeni teknolojiler yaratma aracı olarak görülecek. Bilimin yol göstericiğinin iptali ile boşalan yere ne felsefenin ne de sanatın geçmesine de izin verilmeyecek. Felsefe onların haklılığının savunusuna dönüşecek; sanat da herkesin sanat yapma hakkı ve bireyin özgürlüğü adına kendi değerlerini yiyip bitirerek gariplikler karnavalına dönüşecek belki de.

Anlamdan uzaklaşarak derin bir anlamlılık görüntüsüne bürünen sanat, sanatçının sözde özgürlüğü üzerinden atlayarak, izleyicinin bu ilginç şeyler karşısında şaşırmasını ve saatlerce anlam bulmak için bakmasını önceliyor. İlginçlik yeni estetiğin de temel kavramı olacak belki de. Yeni sanat yapıtının karşısında sıkıntıya düşen herkese, ne anlatılmak istendiği, işin yanında sunulan reçetelerle açıklanıyor. Burada kavramı tartışan, yan tarafa asılan metin mi, işin kendisi mi? Yazıdan ve sözden yardım bekleyen çalışmaların asıl söylemek istedikleri gerçekte bildirilerinde açıklananlar mı? Burada sanatçı kavramlarla uğraşma etkinliğini görselleşmiş metinlerle mi yapıyor acaba. Daha açık bir deyişle sanatçının yeni dünyada anlatım olanaklarını genişletme çabasında girdiği deney, aynı zamanda felsefe yapma girişimi olarak algılanabilir mi?

Felsefenin felsefe yapmaktan uzaklaşmasıyla ortaya çıkan boşluğa herkes felsefe yaparak mı giriyor? Modernizmde uzmanlıkların ne denli önemli olduğu bilinir. Yeni dünyada bu Postmodern olarak adlandırılan yeni durumda herkesin sanat yapma hakkı herkesin felsefe yapma hakkıyla besleniyor sanki. Ama diğer yandan neden herkesin bilim yapma hakkından söz edilmiyor. Bilimin kendine özgü bilgi yaratma ve bilgiyi biriktirme yöntem ve tekniklerindeki zorluklar nedeniyle, sınırları belirsiz alanlarda kavramları biçimlendirmek daha kolay geliyor olmalı. Şunu benimsemek zorundayız, yeni teknolojiler herkese film çekme ya da bilgisayar programlarıyla oynayarak yeni görüntüler oluşturma olanağı veriyor. Bu olanağa ve özgürlüğe şapka çıkarmaktan başka çare yok. Ama şunu da sormak istiyorum: Dijital kamera ve bilgisayar aracılığıyla bir videoart çalışması gerçekleştiren birisi acaba ne ölçüde film yapma becerisi gösterebilir. Eğer böyle bir olanak yakalamışsa neden televizyon veya sinema için film yapmaz. Yani başına sanat getirildiğinde yapılan iş gerçekten sanat mı oluyor. Oysa buradaki temel belirleyici sanatçı öznenin varlığının belirlenmesidir. Göreceksiniz Andy Warhol’un “ Herkes on beş dakikalığına ünlü olacak” kehanetine benzer bir söz de biz söyleyebiliriz. Hobi kurslarına gidenler nasıl üç gün sonra bütün galerileri dolduruyorlarsa, yakında kavramsal sanat atölyelerine gidenler de, her yeri sanatla dolduracaklar. Asıl soru şu: Herkesin sanatçı olması mümkün mü? Sanat yapıtı ve sanatçının birbiriyle ilişkisi konusu bu denli önemliyken, sanatçı olmakla ilgili yaşantı içeriği iptal edilerek, alan birikimsiz ve beceriksizlerin ilginç tasarılarına mı kalacak.

Bu bir kırılma noktası kuşkusuz. Sanat yapıtının bugüne dek tartışılan değerleri yok olduğunda ortaya çıkan işlerin niteliğine ilişkin değerlendirme, yani onları bir değer kategorisine yerleştirme işi de küratörlerin tekeline geçecek demektir. Sizin ne yaptığınız önemli değildir artık küratörün kimi seçtiği önemlidir.

Hayatın bütün alanlarında seçkinlerin yönetiminde insanlık gerçeklerden uzaklaştırılmış tatlandırılmış sanal bir dünyada oyalanan kalabalıklara dönüştürülmek isteniyor. Üstün ırk tezi çökmüş gibi gözükse de üstün insan tezi seçkinlerin elinde kanıtlanmaya çalışılıyor. Nietzsche bugünleri görseydi ne derdi acaba.

Amacımız anlaşılmıştır umarım. Sanatta izlediğimiz deneysel bütün işleri anlatım olanaklarını genişletmesi nedeniyle ilgiyle ve olumlu bir bakışla karşılıyoruz. Ancak bu oluşum içinde gerçekleştirilmeye çalışılan sanatın yönlendirilmesi ve yapılanması ile ilgili yaklaşımlara da kuşkuyla ve sorgulayarak yaklaşıyoruz. Bizden beklenen uysallığı göstermek zorunda değiliz. Kürotoryal sistemi ve onun sanata bakışını sanatçılar olarak değerlendirmek zorundayız. Burada bulunan ve bu yazıyı okuyan herkese şunu sormak istiyorum. Elinizde gerçekleştirme olanaklarınız olsa, değişik başlıklarla sunulan etkinliklere proje üretemez misiniz? Ama ilginçtir sizin sanatçı varlığınız görülmek bile istenmez. Zaten onlar önceden seçilmiştir. Anlamsızlığa katılmak istemiyorsanız, etnik ayrımcılıktan yana değilseniz, cinsel tercihlerinizi meşrulaştırmak niyetinde değilseniz sizin ne yaptığınızla ilgilenmeyebilirler. İşte bütün bunlar nedeniyle İzmir’de ilginç bir deneyi hayata geçirdik.

Bir Bienal Girişimi

“9. Uluslararası İstanbul Bienali'nin başlığı sadece "İstanbul". Charles Esche ve Vasıf Kortun'un, (asistan küratörler Esra Sarıgedik ve November Paynter) ile birlikte küratörlüğünü üstlendikleri bienal, hem kentsel mekâna, hem de bu kentin dünya için taşıdığı anlamın imgesel gücüne işaret ediyor. Bienal; "İstanbul"un bir metafor, bir öngörü, yaşanan bir gerçeklik ve bir esin kaynağı olarak anlatacağı öykülerin, zengin bir tarihin ve sınırsız olanaklar evreninin kapılarını aralamayı amaçlıyor.”[1]

Charles Esche ve Vasıf Kortun'un küratörlüğünü yaptığı 9. İstanbul Bieanali üzerinde konuşulanları ve gösterilen tepkilerle geldi geçti. Bunun bir ucuna da biz tanıklık ettik. İzmir’e 9. Bienalle ilgili bilgi vermeye gelenler, K 2’ deki toplantıda anlattıklarıyla, bizde büyük endişe yarattılar. Bienale bir tasarı ile başvurmanın anlamsızlığı ortaya çıktı bu toplantıda. Aslında sanatçılar belirlenmiş, geriye birkaç sanatçılık ya da işlik boşluk kalmıştı. Bu belki de Türkiye’ye özgü bir sonuçtu. Ama çok açık yukarıda tartışmaya çalıştığımız nedenlerle küratörlerinin ilgisinin dışında olmak gerçeği, bizi yeni şeyler düşünmeye yöneltti.

Bu durumda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşayan bir çok sanatçının uluslararası dolaşıma girmesi, yaptıkları işlerin düzeyi ne olursa olsun mümkün olamayacaktı. Ve buna çözümler üretilmeliydi. Biz de 1. Buca Eğitim Fakültesi Uluslararası Görsel Sanatlar Buluşması’nı bir bienal başlangıcı olarak gerçekleştirmeye karar verdik. Bu etkinliğe çalışma ve bildiriyle katılacaklar için “ Dışarıdakiler” kavramını tartışmaya açtık. Bu öncelikle İzmir ile ilgili bir durumdu. İzmir’in bugünkü durumundan yola çıkarak sanatçının durumunu, kavramsal sanatı ve kavramsal sanatın sanat eğitimi ile ilişkisini. tartışmaya açmak istedik.

Yaptığımız çağrıya yurtiçi ve yurtdışından 128 proje, 45 bildiri geldi. Bunlardan 63 çalışmayı sergilemeye, 20 bildiriyi de sunuma uygun gördük. Sergilenen çalışmalardan altısı, konuşmacılardan üçü bizim davetli konuğumuz olarak etkinliğe katıldılar. “Kavramsal Sanat ve Sanat Eğitimi” , “Felsefe ve Sanat”, “Eleştiri ve İnceleme” , “Sanat ve Toplumbilim” başlıklı oturumlarda bildiriler sunuldu ve tartışıldı. İzmir’ de kentin değişik yerlerinde beş ayrı mekan sergileme için seçildi. Bunlar işin ayrıntısı. Önemli olan gelen çalışmaların niteliğiydi. Bu konuda, oldukça nitelikli çalışmaların sergilendiğini söyleyebiliriz. Dünyanın bir başka yerine götürüldüğünde hiç de zora düşmeyecek işlerdi hepsi. Bütün tematik etkinliklerde olduğu gibi çalışmaların yan metinlerindeki açıklamalarının başlıkla ne kadar ilgili olduğundan çok, işin sanatsal boyutuyla ilgilendik seçim aşamasında. Bu bizim yukarıdaki tartışmalarımızı da haklı çıkaracak bir durumdu gerçekte. Sanatçı değişik malzemelerle kendince ilgi kurduğu bir açıklama geliştirebiliyor. Sizin de böyle bir bağlantı olur mu diye sormaya hakkınız yok. Metinler olmadan yalnızca işlerin kendisinden yola çıkarak verilen kavramın tartışıldığını ne derece ileri sürebiliriz. Bu ancak yapıtlardaki eğretilemeleri keşfetmeye ya da sizin onlara yeni eğretilemeler yüklemeye çalışmanızla gerçekleşebilir.

Sanatçıların altısı, konuşmacıların da biri yabancıydı. İlk düzenleme olmasına karşın, küçük desteklerle önemli bir etkinlik gerçekleşti. Gerçekten dışarıda tutulmaya çalışanların sesine dönüştü Buluşma. İş dünyasının bulundukları kentteki kültürel etkinliklere yeterince katkı yapmadığı, bazılarının da bu ilk etkinliğe kuşkuyla baktığı kanısını edindik. Özellikle yerel yönetimler farklı tepkileriyle dikkat çekiciydi. Olabildiğince içten tavırla sonuna dek destek veren yerel yönetimler olduğu gibi, hiç duymamış gibi davrananlar da vardı. En ilginç yanlardan biri de kurum içinde bir sanatsal etkinlik düzenlenmesinin kurumun diğer etkinliklerinden farklı tepkiler almasıydı.

Burada gerçekte sanatçının kendisiyle ilgili duyumsadıkları kavramın içeriğini oluşturdu. Anadolu’nun değişik kentlerinden gelen katılımcılar, etkinliği çok önemsediler. Bunu Anadolu’nun sesi olarak nitelediler. Şu açıkça anlaşılıyordu bizim için. Kavramsal sanat adıyla değişik teknik ve sunumlardan oluşan çalışmalar, geniş bir sanatçı kitlesi tarafından ilgiyle izleniyor ve çalışılıyor. Kavramlardan çok sanatçılar teknik ve malzemeyle ilgililer. Kavram ilk hareket ettirici neden olmakla birlikte yapıtlarda doğrudan bir okumanın konusu olamıyor. Böyle düşünüldüğünde de sanatçının kavramları açıklamak, kavram yaratmak ve tartışmak yerine, söylenmeyen ya da söylenemeyenin peşine düştükleri, görünmeyeni göstermeye çalıştıkları söylenebilir. (Acaba bu felsefe yapmak anlamına gelir mi?) Bunun ne ölçüde kavramsal bir alan oluşturduğu tartışılabilir. Ancak bir temayı değişik teknik ve anlatım olanaklarıyla görüntüye çıkarma girişiminin kavramsal sanat adını alıp alamayacağı tartışılmalı. Belki de bu alana “deneysel- konulu” sanat demek daha doğru olacak.

Sanatçıların, sisteme dahil olmadan da, muhalif işleriyle bugünün dünyasını sorgulayabilecekleri kanısındayız. Ülkelerin dünyanın dönüşünü izlemek yerine ona katılma çabasının, yeni oluşumlar yaratacağını düşünüyoruz. Felsefe her zaman sanatla ilgilenecek, sanat da felsefeyle. Ancak ne sanat felsefe yapmaya niyetlenecek, ne de felsefe sanat. Kavramlar dün olduğu gibi yarın da, sanat yapıtlarının içinde varlıklarını koruyacaklar, ama onların sanat yapıtı olmalarını iptal ederek gerçekleşmeyecek böyle bir durum.

*: DEÜ. Buca Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi

**: George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Çev: Nuran Akgören, Can Yayınları,İstanbul 1984

Not: Bildiri, www.befsanat.com adresindeki görsellerle sunulacaktır.



[1] http://www.iksv.org/bienal/bienal9/turkce.asp?Page=Concept

DEĞER VE DEĞERLENDİRME

GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİNDE SANAT

SANATTA DEĞER VE DEĞERLENDİRME

Doç.Dr. Bedri KARAYAĞMURLAR

Sanat değer ve değerlendirme konusunu tartışmak ülkemizde plastik sanatlarda izlenen devinim ve dışa açılma çabaları nedeniyle sanat çevreleri için ivedi bir görev bize göre. Genel görünüm ele alındığında İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerde açık bulunan sanat galerileri, güzel sanatlar eğitimi veren eğitim kurumları, her yıl hatırı sayılır bir parayı değişik gerekçelerle bu alana harcayan alıcılar. Dergiler, kataloglar, basın yayın organları ; eleştirmenler, yazarlar, alanın eğitimini verenler. Bu saydıklarımız gelişmiş ülkelerle kıyaslanacak ölçülere varmasa bile hatırı sayılır bir gizil gücü gösteriyor. Öyleyse bu olguya ilgi göstermeliyiz. Sanat yazarları,felsefeciler, toplumbilimciler, ekonomi uzmanları ne olup bittiğine kafa yormalılar.

Bizim için konunun en ilginç yanı uzun yıllar boyunca içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız toplumsal belirsizlik ve karmaşanın oluşturduğu yapı içinde sanatın durumu. Özellikle 12 Eylül 1980’den sonra oluşan yapının insanımızda yarattığı değer aşınması sanat alanına nasıl yansıdı? Bu sorunları inceleyecek değişik disiplinlerin birbirlerini destekleyecek sonuçlar alacağını düşünüyoruz.

Bütün alanlarda olduğu gibi sanat alanında da bireysel ve grup çıkarlarının öne geçtiğini; bunların çıkarlarıyla ilişkili beğeni yargılarını topluma ve sanat çevrelerine dayatmalarına sıkça tanık oluyoruz. Yarışmalardan, galerilerin ve alıcıların yönlendirilmesine dek değişik alanlarda ortaya çıkan bu tavırlar, serbest piyasa ekonomisine, globalleşen dünyaya uyum sağlamaya çalışan insanların davranışları olarak açıklanabilirse de bunun sanat olanla ilgili olduğunu her zaman ileri süremeyiz. Burada üzerinde durulması gereken, oluşan beğeni nedeniyle ortalama bir değerin ısrarla savunulmasıdır.Bu değer belli bir düzeyi temsil ediyor gözükmekle birlikte, zaman zaman niteliği tartışılabilecek çalışmalara da aynı gerekçelerle destek verilebilmektedir. Özellikle yarışmalı sergilerde kimler jüri üyesi olduğunda kimlerin ödül aldığı incelendiğinde(istisnalar kaideyi bozmaz.) bu açıkça görülecektir kanısındayız.

Hangi koşulda olursa olsun başarmayı hedeflemek, liberal ekonomilerdeki insanların savunacağı bir değer niteliğindedir.“Çünkü, yüzyılımızın değerler dizgesini pragmacı-yararcı-kaba özdekçi bir yaklaşım belirlemektedir.” [1](N. Arat, s.165) Toplumun bütün kesimlerinin bu değeri önemsemesi, diğer değerlerin yavaş yavaş gözden düşmesine neden olur kanısındayız. Daha çok “rating” için hazırlanan içeriksiz programlar. Daha çok kazanç için gerçekleştirilen vurgunlar. Daha rahat yaşamak için başkalarını hiçe sayma. Bunlar çoğaltılabilir. Sanat alanında da bu ve benzeri davranışları izleyebiliriz. Ancak bunları kanıtlamak diğer alanlar denli kolay değil. Alan yargılarının öznelliğinden yararlanarak, “Bu bizim yargımız.” ,”Ben böyle görüyorum.” türünden dayanaksız yaklaşımlar kolayca ileri sürülebilmektedir. Alanın uzmanı olduğu düşünülen kişilerin, değerlendirmelerini sanat kavramlarına dayandırmaları da buradaki yargılara inandırıcılık kazandırıyor gibi gözükmektedir. . Gerçeğin bu olduğunu konuyla ilgili olanların bilmesine karşın, tartışma düzleminin yeterince oluşmaması, ayrıca sanatçıların bu durum bir gün benim de işime yarar beklentisine girmeleri suskunluğu büyütmektedir. Ülkemizde sanatçıların yaşadıkları tedirginlikler, salt sanatçı duyarlılığından kaynaklanan Nietzsche’nin yaklaşımıyla trajik olanda duyumsanan bir tedirginlik değil, içinde yaşadığımız toplumsal açmazların oluşturduğu tedirginliklerdir. “Kendisi gücünün yettiklerini ezerek amacına ulaşırken daha güçlü olanların da her an amaçlarına ulaşmak için kendisini ezme hazırlığı içinde bulunduklarına ilişkin bilinçliliği yüzünden ,tıpkı Batılı toplumdaki insan gibi ,sürekli bir korku ve tedirginlik durumu yaşar.”[2] (N.Arat,s.169) Sanatçıların da koşullar nedeniyle benzer davranışlar geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Bu koşullarda neyin sanat olup olmadığının yeterince tartışılmadığı, sıradan şık işlerin ustalık vb. gerekçelerle desteklendiği izlenmektedir.

Türkiye koşullarında sanat (değerler), eleştiri (değerlendirme) nasıl ele alınmalı? Batı uygarlığının dayattığı değerlerle uyum içinde ona katılarak yaşamanın ilk koşullarından biri hiç kuşkusuz bireysel varoluşu gerçekleştirmekten geçmektedir. Ama burada bizim için önemli bir parantez açmalıyız. Batılı toplumların uzun uğraşlarla güvenceye almaya çalıştıkları bireylik, içinde bütün aykırılıkları da taşımaktadır. Çağdaş gelişmeleri tersine çevirmeye çalışan batı destekli ümmet toplumu yaratma çabaları ve halkın çaresizlikle bunlara katılması sanatçı ile toplumu ilginç bir paradoksta buluşturmaktadır.

Dünyayı bir bütün olarak algılayarak , olanları özel bir yaklaşımla kavramadığımız sürece ne toplum ne de sanatımız içinde yaşadığı kaotik durumdan kurtulamaz. Sanatçı bireyin yaşadıklarından söz etmiyorum. Sanat adına oluşturulan diğer toplumsal alanlarda da kendisini gösteren kaostan söz ediyorum. Bakkal dükkanı işletme mantığıyla ortalama izleyiciye ortalama beğeni ürünlerini pazarlamaya çalışan galeriler. Kurum galerilerine eş dost ahbap çavuş ilişkileriyle yön veren yöneticiler. Elitist tavırla çevrelerini görmek bile istemeyenler. Üniversitedeki unvanlarına yaslanmak zorunda kalan, bırakılan ya da bunu ciddiye alan sanatçılar.Eleştiriyi bir yapıtı sanat nesnesi olarak seçmenin dışında beklentilerle ve zorlamalarla yapan eleştirmenler. Bir sergiyle ilgili izlenimlerini doğru dürüst aktarma şansı olmayan muhabirleriyle, basın olma gerekçesini yitirmiş basın yayın organları. Bütün bunlar ne batılı ne doğulu olamamaktan ve liberal ekonomik modele ansızın itilmekten kaynaklanan değerlerini yitirmiş bir toplumun sanat alanındaki görüntüleridir.

Sanat sanatçı öznenin kendisi ve çevresiyle yaşadığı çatışmayı özgün bir tavırla dışlaştırmasıdır bir bakıma. “Evete” dayalı bir sanatın sanat olmaktan çok tekniğe ve ustalığa dayalı bir beceri olduğunu ileri sürebiliriz. Sanatın içinde teknik ve beceri önemli olsa da öne alınamayacak iki olgudur. Öncelik tanıklıklardan kaynaklanan bir çatışmanın oluşturduğu “hayır” dır. Salt beğeni amaçlı çalışmaların bu tanıklığı kaçırdığını, toplumsal görüntüleri konu düzeyinde ele alanların ne denli usta olurlarsa olsunlar gerçekte turistik eşya ürettiklerini ve bunu sanat adına pazarladıkları açıkça ortadadır. Ruhunu şeytana satarak “evet” diyenlerin oluşturdukları yanılgının hiçbir trajik yanı olamaz. Bizim sanatçılarımız değerler karmaşası içinde sanat yapıtlarına sanatın değerleriyle bakarken garip bir ikilem yaşamaktadırlar. Bu Nietzsche’nin trajik olanda gördüğü Apollonik ve Dionizik öğelerin oluşturduğu ikileme benzemekle birlikte trajik olanla ilgi olmadığını düşünüyoruz.. Var olana katılan , durumu hangi gerekçeyle olursa olsun benimseyerek davrananların geliştirdikleri savunma yığın kültürüne katılmaktan kaynaklanan bir tür tevekküldür ve trajik değildir.* ‘’Her yapıt kendisini başkaları için önemli ve anlaşılır kılan bir takım nesnel öğelerle , yani bir takım bilgilerle ve görüşlerle doludur. Buna göre her yapıt, içinde piştiği ortamın bir yansıtıcısı, hatta bir açıklayıcısıdır, böyle olmakla toplumsal-tarihsel bir değer ortaya koyar.Bir yapıtın öznel özellikleri bir çağın ya da bir ortamın bir takım nesnel özelliklerini kendilerinde barındırırlar.’’[3](ATimuçin,s.29) Afşar Timuçin’in sözlerini dayanak yaparak ilerlersek, toplumsal açmazlardan kaynaklanan çatışmaların oluşturduğu tedirginlikler, korkular, yalnızlıklar sözünü ettiğimiz hiçbir çalışmada izlenememektedir. Tarihsel tanıklık, yaşananların içeriksiz görselleştirilmesi değil, sanatçı öznenin bu tanıklık karşısında duyumsadıklarının dışlaştırılmasıdır. Bu tanıklıktan kaynaklanan öznel bir tavır oluşturmaktır asıl önemli olan. Çiçekle aşkı, mezarla ölümü anlatmaya çalışmak, anlaşmalı anlama takılmanın ve söyleyecek sözü olmamanın açık belirtisidir.

Değer kavramını insanın yaşantısından yola çıkarak nesnelere,olaylara ve olgulara yüklediği olumlama olarak tanımlarsak, ülkemizde sanat olarak görülen ortalama çalışmaların çarpık bir değerler dizgesine dayandığını ileri sürebiliriz. Daha da ileri giderek 19.yüzyılda Avrupa’da bugün sanat olarak gördüklerimizi dışlayarak şimdi karşı çıktıklarımızı müzelere dolduran anlayışın ülkemizde şimdi yaşandığını söyleyebiliriz. Müzelere koleksiyonlara alınan çok sayıda çalışmanın hiçbir niteliğinin olmadığı açıkça ortadadır. Yarışmalı sergilere , değişik adlarla açılan karma sergilere bakın, kaçında çağa tanıklıktan kaynaklanan insani değerlerin dile gelişi var. Güzel görüntüler, becerikli bir teknik işçilik, beylik konular , bütün bunların sanat olarak algılanmasında sorunlar yok mu? Bir sergide ödül alan çalışmalar, bir başka sergide sergilenmeye bile değer görülmüyorsa , bu iki uç değerlendirme biçimi tartışmasız sineye çekilmeli mi? Öyleyse sanat adına yaygınlaştırılan değerlerle, bu değerlerin değerlendirilmesinde sorunlar var demektir.

Kavramların içini değişik nedenlerle boşaltarak kullanmaya başladığımızda , o kavramın taşıdığı anlam değerinin kayması ve asıl amacı ifade edemez duruma gelmesi dilsel açıdan ne söylemek istediğimizi de belirsiz kılar. Bu nedenle “sanat” sözcüğünün taşıdığı değeri vurgulamak için, bizim sözünü ettiğimiz sanatın “sanat sanat” olduğunu belirtmeliyiz. “Nesneleri sanat sayan, sanat zanneden bir topluluk, ya da salt nesne arzı nedeni ile sanatsal beğenisi bir standarda erişememiş bir topluluk için evrensel sa’nat söz konusu olamayacağı gibi, o topluluk için de evrensel bir değer söz konusu olamaz.”[4] (S.M.Erinç,s.25) Erinç’in bu saptaması, sanatımızın bulunduğu yerin değerlendirmesi bakımından önemli. Bütün büyük yapıtlar evrensel insani değerleri sanatçısının yaşadığı dönemin özellikleri içinde yeniden öznel bir yargıyla biçimlendirmesiyle oluşmuş yapıtlardır. Bu yaklaşım içinde, sanat yapıtı sayılması gerekenlerin, evrensel insan değerlerini sindirmiş,oluştuğu dönemin tarihsel ve toplumsal koşullarına sanatçısının tanıklığını içinde barındıran öznel, özgün çalışmalar olması gerekir. Bu genelleme sanat yapıtının bütün niteliklerini içermese de, en azından nasıl olmaması gerektiği konusunda temel bir yaklaşım sunar kanısındayız.

Belirtmeye çalıştığımız nitelikleri taşıyan yapıtlara olumlu yaklaşmak, bu yapıtlara yüklediğimiz olmasını istediğimiz değerlerle ilgilidir. Bu tavır almak, değerlendirmek için gereklidir. Sanat yapıtının nitelikleri sanatçı öznenin nitelikleriyle de ilgilidir. Bu nedenle Gombrich, sanat yok sanatçılar var demektedir. 18. yy.da hem sanatta hem de sanat yapıtlarının değerlendirilmesinde kullanılan estetik bir değer olarak Kant tarafından önerilen “çıkarsızlık” günümüzün sanat değerlerinden biri olarak varlığını sürdürüyor. Ama ilginç olan, bu estetik tavrından uzak olanların estetik içinde değerlendirilemeyecek, bu nedenle de gerçekte evrensel olana katılma şansı olmayan bazı nesneleri sanat yapıtı ve onları üretenleri sanatçı saymaları değerlerdeki aşınmanın tipik göstergesi sayılması gerekir. Burada akla en çok takılan böyle bir değerlendirme içinde sanat yapıtı olarak benimsenmesi gerekene örnekler verilip verilemeyeceğidir. Sanat tarihi bunun örnekleriyle dolu. Şimdi elimizde bulunan kendi dönemleriyle ve sanatçılarıyla özdeş yapıtların üretildikleri dönemde yalnızca onların çalışıldığını hiç kimse söyleyemez. Diğerleri nerede? İşte bu sorunun yanıtında gizli savunulması gereken estetik değerler. Bir çokları tarafından bu doğru anlaşılamadığı için sanat etkinliği o güne ait bir hoşluk, sanatçı da bazılarının beğenilerini okşayan bir usta olarak algılanıyor. Bu nedenle bazılarının sığ yargıları geçerli yargı niteliği kazanıyor. Bu nedenle kendi köşesinde çıkarsız bir tavırla çalışan bir çok sanatçı görmezden geliniyor. Çünkü ortada bir pasta var ve bu kimseyle paylaşılmamalı. Çünkü gün çıkarların bütün değerleri yiyip bitirdiği gün.Oysa sanatımız açısından, sanat yapıtlarının toplumun beğeni düzeyini yükseltecek, geleceği kucaklayan sanatın kendine has değerleriyle ele alınması gerekir. Sanat yapıtlarının içsel değerleriyle var olmayı başaracaklarını ancak doğru değerlendirme yapamayanların, Van Gogh’u anlayamayan eleştirmen gibi yalnızca bir not olarak kalacakları unutulmamalı.

Şubat 2003 İZMİR



[1] Necla Arat,”Varoluşsal Bir Sorun Olarak Değişen Değerler” Bedia Akarsu Armağanı, Haz: Betül Çotuksöken-Doğan Özlem, İnkılap Yay. İstanbul 2000 s.165

[2]Necla Arat,agy,s.169

[3]Afşar Timuçin , Estetik, Süreç Yay. 1987 İstanbul, s.29

*Bkz. İoanna Kuçuradi, sanata Felsefeyle Bakmak. Şiir Tiyatro yayınları, Ankara 1979

[4]Sıtkı M. Erinç, “Sanat’ ve ‘Değer’ Kavramları Üzerine Bir Eleştiri”, Türkiye’de Sanat Dergisi, Sayı :14, Mayıs-Ağustos1994 İstanbul, s. 25

(RESİMDE ROMANTİZM)

PLASTİK SANATLARDA ROMANTİZM

(RESİMDE ROMANTİZM)

Bedri KARAYAĞMURLAR*

Akımlar , önemli hareketler, olaylar , sanatta da , diğer alanlardaki gelişmeler gibi bir çok etkene bağlı olarak ortaya çıkarlar. Bunların bazıları özel koşulları nedeniyle yeniden gündeme gelmeseler de Romantizm gibi dönüşüm sağlayan akımlar gündemdeki yerlerini şu ya da bu biçimde korurlar. Romantizm insana ve doğaya bakışın köklü değişimini imleyen bir hareket olarak varlığını uzun süre korudu. Şimdi bile plastik sanatlar alanında ürün veren bir çok sanatçının ,( bilincinde olsunlar olmasınlar, ) romantik kalıttan yararlandıklarını söyleyebiliriz. Diğer sanat kalıtlarının kullanılmadığını ileri sürdüğümüz düşünülebilir. İnsanlığın kazanç evine yazılmış bütün değerler kuşkusuz kullanılabilir. Örneğin , minyatürden yararlanabilirsiniz ama , Osmanlı minyatürcüleri tavrında minyatür yapma şansınız kalmamıştır artık. Oysa hepimiz hala biraz romantiğiz.

Bunun nedeni Romantizmin sanayileşen toplumların sanatçı duyarlılığını yansıtmasıdır. Sanayi ile ilişkimiz , sanayileşmeden kaynaklanan sorunlarımız olduğu sürece , romantizmle ilişkimiz de sürecek. Bunun en açık göstergesi 20. Yüzyılda bir çok sanat hareketinin Romantizmle gündeme gelen yaklaşımları kullanmaları, dahası bugünkü sanatçı tavrının da (giyim –kuşam dahil)kaynağı Romantiklerle. Modern olanın Romantizmle ilgisi kaçınılmaz bir bakıma.

Modern sanatın Romantizmle başladığı yargısından yola çıkarsak, Modern sanatın anlaşılması için öncelikle Romantizmin anlaşılması gerektiğini ileri sürebiliriz.

Sözcük olarak Romantik, Roman sanat üslubunu belirten romanesk sözcüğü , eski şovalye hikayelerini anlatan, saz şairleri (trubadur) çağını da çağrıştırır.17.yy.’da garip çekici anlamında kullanılan sözcük,18.yy. başında yabanıl, garip çekici anlamlarında romantik sözcüğü olarak kullanılmaya başlanır.

Romantizmi biraz gerilere giderek değerlendirmekte yarar var; onu oluşturan toplumsal ve düşünsel koşulları değerlendirmemiz gerekiyor.

15.yy’dan başlayarak özellikle 16.yy ‘da önemli ürünlerini veren Rönesans dönemi, Orta Çağ’ın katı kurallarının sarsılmaya başlandığı dönemdir. Başlangıçta, Antik Yunan ve Roma kültürü ile ilişkisi hiçbir zaman kesilmemiş olan İtalya’da, 14.yy’da ortaya çıkan siyasal ve yönetsel değişiklikler , düşüncede ve sanatta da önemli değişmelere neden oldu. Kilisenin ağırlığı sürmekle birlikte, ekonomik güç , toprak sahiplerinin eline geçmeye başladı. Yeryüzünü yöneten bu yeni sınıf önderliğinde eski Yunan kaynaklarına dönüldü. Bu doğanın ve insanın yeniden doğuşudur. Sanatta, Raffaello, Michelangelo, Leonardo, Bellini,Tiziano,Correggio,Verrocchio , Dürer gibi ustaların yetişmesine neden oldu.

Bu dönemde Leonardo’nun insana ve doğaya ilişkin araştırmaları, Kopernik’in astronomi çalışmaları dikkate alındığında , Rönesans düşüncesinin daha sonraki dönemleri oluşturmadaki payı anlaşılır.

Bir çok Avrupa ülkesinde ortaya çıkan bu dönüşüm hareketi, başka etkenlerle desteklenir.

Özellikle, İtalyanların, İspanyolların ve Portekizlilerin daha sonra da diğerlerinin gerçekleştirdikleri denizaşırı seferler, yeni ülkelerin kaynaklarının Avrupa’ya akmasına neden oldu.

Sömürgecilik ve köle emeği, Avrupa’da tarımsal üretimi artırdı. Ortaya çıkan ürün fazlasının kent devletleri arasında dolaşımı ve değişiminden, Ticaretle uğraşan yeni bir sınıf doğdu.

Toplumsal hayattaki bu değişmelerle birlikte sanatta Barok dönem , özellikle mimari ve dekorasyonda Rokoko yeni biçimsel anlayışlar olarak geliştiler.

Caravaggio, Reni, Poussin , ClaudeLorrain, Rubens, Velazquez, Rembrandt, Vemmer,Bernini, Romantikleri de etkileyecek sanatçılar olarak bu dönemde yetiştiler.

Avrupa’da her alanda ortaya çıkan yenileşme ve değişme hareketleri, bilimsel çalışmalarda da gözlenir.Galileo’nin düşünceleri ve çalışmaları benzeri bir çok alanda bilimsel çalışmalarla sürdürüldü. Özellikle Fransız Denis Papin’in 1690 yılında ilk buharla çalışan makineyi yapması oldukça önemlidir.

Bu tarihten sonra buhar gücü yavaş yavaş üretime de girmeye başladı. Elle çalışan tezgahları yerini buharla çalışan makineler almaya başladı. Üretimin hızla artması sanayi burjuvazisinin gelişmesini sağladı. Gereksinim duyulan işgücü kırsal alandan kentlere göçü hızlandırdı.

Bütün bunlara koşut olarak , düşünce alanında dogmatik kalıplar sarsıldı.

Thomas More, Francs Bacon, Campanella gibi ütopyacıların, Montaigne, Shakespeare düşünür yazarlar ve Descartes’tan Kant’a uzanan çizgide aklı tartışan filozoflarların çalışmaları yeni gelişen dönemin düşünsel temellerini oluştururlar. Spinoza, Lock, Leibniz, Hume akıl ve duyum konularını sorgularlar.

Felsefedeki bu gelişmeler , aynı zamanda estetik alanında da yargıları değiştirmeye başlar.

Özellikle Fransız İhtilali öncesi Voltaire, Diderot, J.J. Rousseau düşünceleriyle yeni dönemin hazırlayıcısı olurlar. Salt akıl değildir artık insanların yararlanacakları . Duyumlar ve duygular da önem kazanır. Özgürlük, töre, doğa ve insan ilişkisi değerlendirilir. İnsan doğuştan suçsuzdur ve her şey bir kader gibi algılanmamalıdır.

Bütün bu gelişmeler düşünüldüğünde, özgürleşmek isteyen insanların sesinin yükselmesi için gerekli değişimin oluştuğu görülür. Ve Fransa ‘da köylüler derebeylere karşı ayaklanırlar. Köylüleri destekleyen kentsoyluların ortak bir amaçları vardır artık. İnsanı özgürleştirmek.

1789 14 Temmuz’da halk ayaklanır. Bu Avrupa’da ve dünyada çok önemli hareketlerin de başlangıcıdır. Kardeşlik, Eşitlik , Özgürlük sav sözleri büyük kalabalıkları harekete geçirir.

Devrim bireyi özgürleştirmekle kalmaz , yeni siyasi ve yönetsel yapı, milliyetçilik duygularını da harekete geçirir. Devrimle değişen toplumsal ilişkilerde sanatçı , hala siparişler alsa da toplumsal değer yargılarının dışında yalnız başınadır. Devrimin yalnızca varlıklıları egemen duruma getirdiği , halkın durumunda önemli değişiklikler olmadığı kısa sürede ortaya çıkar. Bu biraz da düş kırıklığıdır.

Ernest Ficher’ göre yeni ekonomik yapı;

“Kapitalizm,yeni duygular, yeni düşünceler yaratmış,, bunları dile getirmesi için de sanatçıya yeni olanaklar vermişti. Artık kalıplaşmış , çok yavaş değişen bir anlatıma saplanıp kalmak ; bu anlatım türlerine biçim veren yöresel sınırlar aşıldı sanat işleyen bir uzayda ve hızlanan bir zamanda gelişmeye başladı.’’1

Bu ön açıklamalarla Romantizmin nasıl bir yapı içinde doğduğu kavranabilir. Romantizm modernizmi hazırlayan, zaman zaman modern olanla çatışsa da varlığını sürdüren sanatsal ve düşünsel harekettir. Bu hareketin genel çizgileri ele alındığında birey olan sanatçının önceden belirlenmiş kalıplara nasıl inatla direndiğini, ifadede önceliği kendisine vermeye başladığını görebiliriz. Neo-Klasistler sanatta, geçmişin kurallarının son temsilcileridirler. Ancak onlarda da romantik (Coşumcu) izler bulmak her zaman olasıdır. Çünkü hiç bir hareket diğerinden bağımsız değildir.

“Tartışılamayacak bir şey varsa , o da coşumculuğun ,son iki yüzyılın bu en büyük yazın ve düşün akımının , yazın sanat ve düşün anlayışını baştan sona değiştirdiği ,getirdiği yeni duyarlılıkla, yeni bakışla,çağdaş sanatçının , çağdaş düşünürün önünde açılan yolları alabildiğine genişlettiği ve çoğalttığıdır. Varlık nedenlerini coşumculuğa karşı çıkmakla özdeşleştiren kimi akımlar ve sanatçılar bile, temel ilkelerinden biri de ‘ karşıtların uyumu ‘ olan bu büyük akımın kaynaklarından beslenirler. “2

Fransız Devrimi, Romantizmi hazırlayan toplumsal bir olay olarak sanatçıları değişik biçimlerde etkiler. Devrim sonrası yönetimin, özellikle de Napolyon yönetiminin yanında yer alanlar Fransız Akademisinin ilkelerini benimseyen klasik sanattan yana olan sanatçılardır. David ve öğrencisi Ingres ,Barok öncesi beğeninin sürdürücüleri olarak izlenirler. Bu durum, açıklamalarımızla çelişmez. Gerçeği ve varlığı yalnızca akılla kavramanın mümkün olmadığı duyum ve duyguların, kavrayışı bütünlediği düşüncelerinin yaygınlaşması, insan özgürlüğünün ve haklarının önemi, hem devrim yandaşları ,hem de romantiklerce benimsenir.

Fransızlar kendilerini Yunan ve Roma uygarlığının varisleri olarak görürler devrim yıllarında. Devrimle birlikte ortaya çıkan bu ruh, romantiklerde Yunanistanın bağımsızlığını destekleme düşüncesi olarak gözlenebilir. Bu çelişki gibi gözüken duruma karşın Romantizm ve devrim,bir toplumsal yapı ve bir kültür çağının sona erip, yeni bir yapı ve sanatsal anlayışın başladığını simgelemeleri açısından , bütünsel bir nitelik gösterirler.

Fransız devrimiyle birlikte “Sanatçılar birdenbire konularını seçme özgürlüğüne kavuşmuş buldular kendilerini .Shakespeare’in bir sahnesinden ,özellikle önemli bir olaya dek , anlayacağınız her konu , dikkati çekip ilgi uyandıracak her şey.”3 Daha önce dış dünyanın idealleştirilmiş görüntülerini oluşturmaya çalışan , bu nedenle de giderek becerikli işçiler olan sanatçılar, yeni anlayışta, şairler gibi imge yaratmaya başladılar. Bu nedenle yeni sanat,”... nesnel ve konvansiyonel ölçütlere göre yönetilen bir toplumsal etkinlik olmaktan çıkmış, kendi standartlarını yaratan bir dışavurumculuk etkinliği durumuna gelmiştir.”4

Octavia Paz, Yeni yaşama biçiminin ve sanatının dinin, felsefenin, ahlakın,hukukun,tarihin,ekonominin ve siyasetin bir eleştirisi olarak başladığını ileri sürer. Aklın eleştirisiyle başlayan yeni düşünce biçimi, insan duyarlılığını merkeze alarak, herşeye yönelir. Bu nedenle yönetimlerle bütünleşenlerin neo-klasik yaklaşımlarının karşısında romantikler, ilerici nitelikleriyle, özgürlüğü dolayısıyla yerleşmiş biçemlerin dışında olanlara yönelirler. Çünkü üslup bir üniformadır. Sanatçının ifade olanaklarının kurallara bağlandığı yerde ifade zora girer. Bireyin özgürleştiği yeni yapıda geçmişin kurallarıyla sanat yapmanın gerekçeleri yitirilmiştir. Gerçekte her dönem kendi kurallarını yaratır. Bu nesnenin doğasında vardır. Sanat tarihi bir karşı çıkma ve inkar etme tarihidir aynı zamanda. Ama belki ilk kez topluluklar ve sanatçılar aynı duyarlılıkla yerleşik kurallara başkaldırırlar. Bu nedenle romantizm modern olanın başlangıcındaki başkaldırıdır. Örneğin , David’in klasik üslubuna hayran olan Ingres ve öğrencileri, Poussin ve Raffaello’ya ilgileri içinde klasik heykel etütlerini bıkıp usanmadan yinelerlerken, geniş ve değişken ilgileri olan Delacroix, “ resimde rengin çizimden, hayal gücünün bilgiden daha önemli olduğunu ileri sürüyordu.” 5 ve Venedikli sanatçılarla Rubens’i yeğliyordu. Dönemin kişiliğiyle de ilginç ozanı , “Chateaubriand, (...) Génie du Chritianisme’de(1802) , sanat yapıtında bizi etkileyen şeyin doğrudan doğruya doğa değil,sanatın insanlaştırarak tinimize ve yüreğimize yakın kıldığı bir doğa olduğunu.” 6 İleri sürer. “ Sanat gerçeği dönüştüren ve aşkınlaştıran bir etkinliktir ona göre.

Yeni yaklaşım ve beğeni içinde süslü barok sarayı temsil eden görgüsüz bir beğenidir. Geçmişteki Roman ve Gotik öğeler mimaride daha çok önemsenir. Barok eğlence ve tiyatro salonlarının tarzı olarak kullanılırken, resmi yapılar gotik elemanlarla biçimlendirilir.

Edebiyatta ve şiirde ortaya çıkan değişim plastik sanatlarda da izlenir. Önceki dönemlerin resimlerinde görülen konular azalır manzara resmi önem kazanır. Özellikle eski yapılar- yıkıntılar (picturesque) görüntüler önem kazanır. Manzara Lorain, Watto, Boucher ,Fragonard gibi sanatçılarda izlenmiştir daha önce.

Manzara resimlerinin yanında düşsel kompozisyonlar, günlük yaşamı anlatan sunuşlar, uzak ülkelerin yaşayış ve görüntüleri. Doğunun mistik görünümleri, günlük yaşantıyı eleştiren sahneler, ulus bilincini kışkırtan , yalnızlık , korku, aşk gibi ruhsal durumları işleyen resimler heykeller yapılmaya başlanır. Bir anlamda sanat tumturaklı kuralcı beceriye dayanan yapısından kurtularak hayatın kendisiyle ilgilenmeye başlar. Bu hayatta da öncelikle sanatçının kendisi vardır.

Buraya kadar ne olduğunu tanımaya çalıştığımız Romantik sanatın serüvenine ve etkilerine de değinelim.

İngiltere de şair , William Blake , inançları doğrultusunda yaptığı düşsel kompozisyonlarla dikkati çeker. Konuları eşle alışındaki çarpıcılık, kural tanımazlık, biçimlendirdiği figürlerdeki gerilim, bu figürlerdeki biçimsel kusurları gizler. Ya da başka türlü söylersek geleneksel yöntemlerle biçimlendiği düşünüldüğünde bu figürler bütün coşkusunu yitirir.

18.yy.’da 2. Yarısında romantik ilgi Reynolds’un ve özellikle de Thomas Gainsborough’un resimlerinde belirginleşmeye başlar. Gainsborough, manzaralarında doğadan elde edilmiş görünümlerinden çok sanatçının ruhsal durumunu da yansıtan kompozisyonlar oluşturur.

Turner, Claude Lorain’ e ulaşma çabasındaki çalışmaları , daha sonra çalıştığı deniz resimleriyle önemlidir. Onun özellikle , deniz resimlerindeki etki romantik resmin samimi coşkulu örneklerini oluşturur. Önceki dönemlerle nesnelerin ifadesi açısından karşılaştırıldığında , bu resimlerde, boya değerleri içinde nesnelerin eridiği görülür. Bunların bir tanıklığın ya da düşlemin ürünü olduğu tartışılabilir ama, deniz ortasında batan bir teknedeki trajedisinin bize çok güçlü duyurulduğu tartışılmaz.

Manzaralarıyla bu dönemin en önemli sanatçılarından birisi de John Constable ‘dır. Constable, yenilikçidir. Turner’e göre özentisiz kendine has bir tavrı vardır. Özellikle ağaç incelemelerinde yakaladığı etki çok çarpıcıdır. 1802’de bir arkadaşına yazdığı mektupta, Doğal bir ressama yeterince yer var. Günümüzün önemli kusuru, beceriklilik’tir ,yani gerçeğin ötesinde bir şey yapmaya yeltenmektir.” 7 Diyor.

Romantik resimde mistik yalnızlığı, doğanın yüceliğinin yanında insanın çaresizliğini şiirsel bir duyarlılıkla biçimlendiren Alman Caspar David Friedrich, dönemin ilginç sanatçılarından biridir.

İsapanya’da Goya, bir saray ressamı olarak çalışmasına karşın, saraylıları yapmacık kimlikleriyle sunan , pir portre ressamı diğer yanıyla da ulusal duyguları güçlü biçimde kışkırtan, Fransız işgaline karşı koyan bir vatan severdir. Üçüncü kimliğiyle Goya, düşsel resimleriyle içimizdeki kokularla bizi yüzleştiren bir sanatçıdır. Özellikle siyah-beyaz asit oymalarıyla düş dünyasının cinlerini devlerini bize sunarak, romantik resimde önemli bir yere sahiptir.

Romantik resmin Fransadaki temsilcilerine Fransız İhtilali nedeniyle değinmiştik. Yeniden resimleriyle ele alırsak örneğin Ingres, ne kadar gelenekçi olursa olsun, Türk Hamamı gibi resimlerinde, modelden yaptığı kompozisyonlarında bir yanıyla yine de Romantiktir. Bu dönemin en ilginç sanatçılarından, Delacroix, Arap Düşlemi, Cezayirli kadınlar, Sardanapal’in Ölümü gibi kompozisyonlarıyla romantik resmin bütün özelliklerini gösterir. Bu resimlerde sanatçının konu karşısında takındığı tavır, coşku, zengin ruh dünyası açıkça izlenir.

Bir başka sanatçı Eugéne Géricault, atlı kompozisyonlarıyla tanınır. Ancak İtalya gezisinden dönüşte çalıştığı Méduse’ün Salı tablosu gerilimin duyumsatılması açısından döneme has bir yapıttır. Tabloda Goya’nın etkileri sezilir.

Pierre-Paul Prud’hon, daha çok kitap resimleriyle tanınmakla birlikte, İtalya’da öğrendiği sfumato tekniğini tablolarında kullanmış ve melankolik ruh durumlarını başarıyla anlatmıştır.

Romantizm doğal olarak diğer Avrupa ülkelerinde ve Amerikalı sanatçılar arasında da taraftar buldu.

Johann Heinrich Füssli , Karl Brüllow bunlardan ikisidir.

Romantizm, daha sonraki yıllarda , sanatçılara kazandırdığı özel kimlik ve ifade özgürlüğü açısından bir çok sanatçıyı etkilemeyi sürdürdü. Özellikle Fransa sanatın hareketlerinin çekim merkezine dönüştü. Paris sanatçıların toplandığı bir kent oldu.

1848 yılında Constable’in izinden yürümek, doğaya yeni bir gözle bakmak , günlük yaşamı incelemek için bazı sanatçılar bir araya gelerek Barbizon Ressamları topluluğunu oluşturdular. Millet bu ressamları içinde figürlü kompozisyonlarıyla dikkati çeker. Doğalcılık- Gerçekçilik adlarıyla değerlendirilen bu çalışmalarda önem bir diğer sanatçı da Courbet’dir.

Aynı yıllarda İngiltere’de bir grup sanatçı resmin Raffaello ile kuralcılaşarak bozulmaya başladığını ileri sürerek, Ön –Raffaellocu Kardeşlik Derneği’ni kurdular.

Romantik düşünce ve ifade biçimi başlangıcı belirgin olmayan ne zaman sona erdiği de kolayca belirlenemeyecek bir dönem yaşama biçiminin -kültürünün adıdır gerçekte. En belirgin niteliği insanı duyguları ile kavramasıdır. Bu duyarlı insanların çevrelerinde olup biten , insanı ve doğayı ilgilendiren olumsuzluklara başkaldırılarının adıdır. Bir bakıma duyguları ve duyarlılıkları daha çok kazanma hırsıyla yok eden ,önemsemeyen kapitalizmin yarattığı kendi olumsuzlamasıdır.

Sözümüzü Octavia Paz’dan bir alıntıyla noktalayalım.

“Romantizm eleştiri çağının çocuğuydu ve değişim onun doğumundan sorumluydu ve kişiliğinin işaretiydi. Romantizm yalnızca yazın ve sanat alanında değil ;imgelem , duyarlılık, beğeni ve düşüncelerde de değişimdi. Romantizm bir ahlaktı,bir kösnüydü, bir siyasetti, bir giyinme tarzı, bir yaşam ve ölüm biçimiydi. Asi bir çocuk, Romantizm ussal eleştirinin bir eleştirisiydi.”8




1 -Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çev: Cevat Çapan,Konuk Yay. İstanbul 1974, s.70

2-Tahsin Yücel, Fransız Coşumculuğu, Türk Dili Dergisi Yazın Akımları Özel Sayısı,Sayı:349, Ankara, Ocak 1981, s.61

3-E.H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Çev: Bedrettin Cömert, Remzi Kitapevi,İstanbul 1976, s.380

4-Arnauld Hauser, Sanatın Toplumsal Tarihi, Çev: Yıldız Gölönü, Remzi kitapevi, İstanbul 1984, s. 141

5- E.H. Gombriche, Agy. s.399

6- Tahsin Yücel, Fransız Coşumculuğu, Türk Dili Dergisi Yazın Akımları Özel Sayısı,Sayı:349, Ankara, Ocak 1981, s.61

7-Gombrich, s. 390

8- Octavia Paz, Öteki Ses,Çev:Murat Varlı,İnkılap Yay. İstanbul 1997,s. 39

*: D.E.Ü. B.E.F. Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi.